Deli Bal ve Kanatları Ölü Açıklığında adlı kitaplarıyla değerli ödüller alan Pelin Buzluk’un üçüncü kitabı En Eski Yüz İletişim Yayınları tarafından basıldı. Gizemin, karanlık yönlerin anlatıldığı öyküler özgün bir dil kurmasıyla dikkat çekiyor. Yazarla önceki kitaplarından bu kitaba kat ettiği yolu, yeni öykülerinin çağrıştırdıklarını konuştuk.
Önce okur tercihi sorusu, ne tür öyküler ilginizi çekiyor?
Aklımı, zekâmı azımsamayan, benim katılımımla anlamları değişen, şekillenen öyküleri seviyorum. Bütün hikâyeyi her yönüyle yazarın bilip söylediği, anlatmaya dayalı öyküler beni sıkıyor, dâhil olabilmem için bir eksiğe, açığa, çokanlamlılığa ihtiyaç duyuyorum.
Son kitabınızın üzerinden dört yıl geçtikten sonra En Eski Yüz çıktı. Niçin böyle uzun bir ara oldu?
Kitap çıktıktan iki hafta sonra bir kızım oldu, dünyam değişti. Öncelikli neden bu olmalı. Bütün zamanımı alan yeni bir insanla tanışıyordum, okumaya yazmaya vakit kalmıyordu. Zaman zaman dayanılmaz bir ihtiyaca dönüşse de edebiyattan uzaklaşmak zorunda kaldım. İkinci olarak da edebiyat camiasının kiri pası, İstanbul’dan uzak olmanın avantajları, dezavantajları, koşup koşup duvarına çarptığım ilişkiler bütünü… beni usandırdı. Yazma uğraşıyla doğrudan ilintisi olmayan etmenler yazma hevesimi ya da yazmak için ayırdığım zamanı aldı. Yeniden heveslenmem için arkadaşlarımın cesaretlendirmesi, hatta giderek yazıp yazmadığımı kontrol etmesi gerekti. Ben hırslı bir insan değilim. Biri bana “yapamazsın” dediğinde, “sen görürsün, elbette yaparım” demem. Sessizleşirim. Bu yüzden yeniden yazmaya ya da defterde unutulanları gün yüzüne çıkarmaya karar verişim, bunun sahiden bir ihtiyaç olarak doğmasıyla mümkün oldu. Yazmakla bağım hiç kopmadı ama yazdıklarımı yaymaktan vazgeçtiğim bir dönem olmuştu.
Deli Bal ve Kanatları Ölü Açıklığında’yla kıyaslandığında bu kitabınızda nasıl bir değişim, yenilik yaşandı? Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’yle yola koyulmuştunuz ve şimdi üçüncü kitaba ulaştınız…
Tam olarak adına yenilik denir mi bilemiyorum ama bu kitapla dilim ve anlatımım daha belirgin hale geldi. Şiire verdiğim önem ve yer arttı. Bir şaire dönüştüm demek istemiyorum asla. Ama dilin bozulup yeniden yapılmasına inancım arttı. Sözcüklerle inşa edilen görüntüyü, sahneyi ve bunun üstesinden sözcükleri tutumlu kullanarak gelmeyi önemsiyorum. Bir okur olarak öyküden daha ne beklenebileceğini düşledikçe, o düşleneni yazmaya çalışıyorum. Bu açıdan son kitabımın ilk ikisinin üzerine yeni ve başkayı eklediğini düşünüyorum. Öyküyle meselemin bitmediğini de neredeyse sevinçle biliyorum.
Öykülerinizde şiddet meselesine dair bir farkındalık göze çarpıyor. “Ağırlama” öyküsü biterken “Bu kez av değiliz, hiç bilmediğimiz bu tatlı yorgunlukla sermest, kollarımızı bacaklarımızı silkeleyip dinlendiriyoruz. Karanlıkta gören hayvanlar gibi dönüp birbirimize bakıyoruz,” deniyor. Şiddet uygulayanı da mı esir alıyor ve sizce şiddet uygulayandan ve uygulanandan bağımsız ele alınabilecek bir genelleştirmeye müsait mi?
Şiddetin içinde elbette ve asıl uygulayan var. “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamak gerek,” demişti Rakel Dink. Görmezden gelmediysek eğer, görünen genelde mağdur taraf oluyor. Ancak şiddet uygulayan da şiddetin mağdurudur. Öğrenilmiş bir yanı var şiddetin. Adaletin olmadığı yerde, başka çare kalmadığında, şiddete şiddetle karşılık vermek yeni şiddet kurbanları üretiyor aslında.
Başkasının acısıyla kurulan ilişki edebiyatın önemli tartışma konularından birisi. “Uçurum”daki bir cümle dikkat çekiyor: “Ev birden kalabalıklaştı. Komşular pide yanında ayran içtiler. Gereğince üzülüp çekildiler korunaklı evlerine. Ev boşaldıkça babamın öteberisi ücralarından çıkıp yığıldı üstümüze.” Başkasının acısına karşı bir yabancılaşma mı söz konusu sizce?
Aslında bu öyküde başkasının acısına yabancılık ilksel düzeyde. Ancak hepimizi ilgilendiren, politik bir durumu temsil eden acılara karşı duyarsızlaştığımız da doğru. Acılara yetişememe durumu var, bir güne birden fazla üzüntü, haksızlık, dehşet düşüyor epeydir. Şaşıran, üzülen, isyan eden, uzlaşmaz, bağışlamaz yerlerimiz yorgun, uyuşuk maalesef.
Bir söyleşinizde etkilendiğiniz yazarlar arasında Onat Kutlar’ı saymıştınız. “Dördüncü” adlı öykünüz, Kutlar’ın “Dördüncü”süne bir gönderme mi? Özellikle ilk paragraf benzer bir mekânı çağrıştırıyor.
İlk paragrafın çağrıştırdığını şimdi fark ediyorum. Aslında o öyküde “Hanende Melek” soluğu olsun istemiştim. Ancak Onat Kutlar’ı anımsatmak da benim için sevinç kaynağı olur. “Dördüncü” adını verirken, Kutlar’ın aynı adlı öyküsünü düşünmüştüm. İki öyküde de dördüncü yok, belirsiz. Belki aralarında böyle bir rastlantı da var.
Kitaptaki öyküleriniz okunduğunda bir tortu olarak karanlık, biraz da karamsar bir aura kalıyor geriye… Bu diğer kitaplarınızda da başvurduğunuz bir izlek miydi?
Umutlu öykülerin de var olduğunu ya da öykülerde umudun da var olduğunu sanıyordum (Gülüyor.) Karanlık, karamsarlık özellikle başvurduğum izlekler değil. Beni çeken gizem, bilinmezlik, belirsizlik olabilir. Bunlar genellikte karanlıkta var olurlar, doğru. Ancak bir “acaba” ile bile olsa umudu koruduğumu sanıyorum.
Bir muğlaklık var ve sanki bütün karakterler o muğlaklığın içinde debeleniyorlar. Sanat-hayat karşılaştırması beklemiyorum ama siz hayata bakarken benzer debelenmeler, muğlaklıklar görüyor, buluyor musunuz?
Tabii. Yani çok absürt bir şeyin birden çok mantıklı bulunması, kabul edilemezin giderek sıradanlaşması özellikle son zamanlarda gündelik hayatta tanıklık ettiğimiz kavrama biçimleri. Algılayış ve kabullenişteki ani değişimler sanatın her alanı için ilham verici, hatta bazen sanatla yapabileceğiniz, gerçeğin gerisinde bile kalıyor.
Söyleşi: Onat Özlü – edebiyathaber.net (19 Eylül 2016)