Okumaya olmasa da yazmaya zorlandığım günlerden geçiyorum. Keyifsizim. Haber bantlarında ani ve hızlı değişimler söz konusu. Hangi konuyu konuşup tartışalım bilemiyorum. Zaten birini etraflıca konuşup tartışmadan bir başka gündemin içine düşüyoruz. Gündemi biz belirleyelim desek de olmuyor.
Özgecan katliamı ile birlikte kadına karşı şiddeti konuşur olduk. Bu konu her daim sıcaklığını korusa da günlük rutinin içerisinde biraz da olağan hale gelmişti. Özgecanımızla birlikte tekrar ısındı. “Kadına karşı şiddete hayır” diyen kadınlara uygulanan şiddet de işin başka bir acı boyutu sanırım. İç güvenlik yasası görüşmelerinde kadınlı-erkekli şiddet gören milletin vekillerini de izledik çok şükür. Aslı neyi yaşıyorsa suretinde de durum aynı aslında. Bunu da gördük çok şükür! Ve daha neler oluyor, nereye bu gidiş derken, Pozantı Cezaevi’ndeki tecavüzcüler düştü gündeme. Tam anlamıyla hukuk garabeti diyebileceğimiz bir olay bu. Tecavüzcülere takipsizlik, mağdur çocuklara müebbet istemi. Hal böyle olunca İzmir Şakran Çocuk Cezaevi’nden gelen haberler ne kadar acıtıcı olsa da şaşırtıcı olamıyor.
Cezaevi denilince aklıma ilk düşen “Uçurtmayı Vurmasınlar” oluyor. Daha onlu yaşlarmın henüz başında izlemiştim bu filmi. Beş yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılan hapishane öyküsü. Küçük Barış’ın o kara gözleri hala gözümün önündedir. Sarsılarak izlediğim bir başka film ise Yılmaz Güney’in “Duvar”ıdır. Ve bir diğeri de Orhan Kemal ustanın 72. Koğuş’u. Bir anda aklıma düşen üç filmdir bunlar cezaevi üzerine. Edebiyatımızda da bu konuda verilen eserler çoktur. Saymaya başlarsam listenin sonu gelmez. Bu yüzden oraya girmeden elimin altındaki kitaptan söz edeyim istiyorum.
Notabene Yayınları arasından yayımlanan Hüseyin Edemir’in kaleme aldığı “C-84”. Hücreden dışarıya sızan bir ışık bu kitap. F tipi bir hapishanede hücreye kapatılan birinin hayatındaki ve kendindeki değişimleri anlatıyor. Dışarıdakiler için olağandışı görünen bir yaşam. Oysa içeridekiler için günlük bir rutin. Kavga, işkence, hastalık, dayanışma, sevinç, üzüntü, aşk… İnsana dair ne varsa…
Emre’nin hikayesi C-84. Hastalığını, tutsaklığın sıkıntılarını bir yana bırakıp, yolunu bekleyen Gonca’sı ile yaşadığı aşka dair bir şeyleri alayım istiyorum buraya. Yaşam yeteri kadar can sıkıyor bu günlerde zaten. O yüzden insanı mutlu kılan sevgiyi, aşkı konuşalım, okuyalım, öne çıkaralım. İşte o mektupların birinden bir bölüm. “Bazen sana yakın olmak için havalandırmaya çıkıyorum. Sonra kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Yüreğim doluyor, gökyüzü soluyor. Susuyorum. Gözlerimi yumuyorum özgürlüğün tatlı düşü, açıyorum esaretin soğuk yüzü. Hayat grileşiyor. Oysa yüreğimde kocaman bir gökkuşağı var ve ben o renklerin koynunda yaşamak istiyorum. Buradaki insanlara sorsan, çoğu özlemlerini anlatır. Kimi bir dağ başı der, kimi balık tutmaktan bahseder. Kim ne derse desin, birazcık kazınca altından bir sevda çıkar, bir de kendi hayatını kaldığı yerden sürdürme hayali. Bana sorarsan; özgürlük, özgür insanların fark etmediği eşsiz bir lezzettir.”
Nazım’ın “Piraye’ye Mektuplar”ını anımsadım bu mektupları okuyunca. Aşkı onun gibi yaşayan bir başkasını da bilmiyorum. Şiirimizin ‘mavi gözlü dev’i. Umudumun şairi. “Yaşamak şakaya gelmez/ büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/ bir sincap gibi mesela/ yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden/ yani bütün işin gücün yaşamak olacak…”
19 Aralık 2000’de bu ülkede yaşananların neden yaşandığını merak edenler varsa hala, C-84 doğrudan açıklamasa da yanıt olabilir o sorulara. Derin bir edebi anlatım içermese de görülmek istenmeyeni göstermesi açısından iyi bir kitap diyebilirim. Cezaevleri bu kadar gündemimizde iken içerisi birde buradan okunabilir. Ne de olsa her şey dışarı yansımıyor!
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (5 Mart 2015)