Musa’nın Uykusu, romanın başkişisi Zeliha’nın gözünden hayata dair bir şikayetnamedir.
Hayatın karmaşıklığı içerisinde sıkışmış bireyin yalnızlığını, sorunlarını, psikolojik olarak onu ağırlaşan iç çatışmalarını, ayrılamamayı anlatan bir yakarış bu roman.
Tuğba Doğan 1981’de doğdu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yüksek Lisans programından “Kaybetmenin Anlatısı: Mai ve Siyah, Huzur ve Tutunamayanlar” başlıklı teziyle mezun oldu. Çeviri ve denemeleri “Cogito”, “Toplumbilim”, “Notos”, “Yeniyazı” gibi dergilerde ve çeşitli derleme kitaplarda yayımlandı. İlk romanı “Musa’nın Uykusu” ile 2015 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü Mansiyonu’nu aldı. İkinci romanı “Nefaset Lokantası” 2019 ‘da basıldı. İtalyancaya çevrilerek (“Il Bistrò Delle Delizie” adıyla) 2022’de yayınlandı. 2024’te Yky Yayınları tarafından 12. baskısı yapılan kitap edebiyat çevrelerince çok beğenildi.
“Musa başından beri ayrılmayı bilmiyordu. Yaşamak için ayrılmak gerektiğini bilmiyordu. Dünyaya geliş hikayesinde bütün hayat hikayesinin kalbi saklıdır. Kaderinin şifresi bu ilk sahnede, gecikmeli gerçekleşen doğumunda, gizlidir. Nasıl annesinin karnından vakti geldiğinde ayrılamadıysa daha sonra da hiçbir yerden hiçbir şeyden zamanında ayrılmasını bilmeyecekti. ”(sf.14)
Musa’nın Uykusu, yedi günlük bir süreyi kapsıyor. Üç bölümden oluşuyor. Ben anlatıcı Zeliha’nın gözünden “an” ile başlıyor. Geçmiş, ortadan geriye doğru zaman sıçramalarıyla anlatılıyor.
Zeliha’nın karşısında mücadele ettiği en önemli güçler: Ailesi, Musa’nın hastalığı ve kendisidir. Bunun yanında, toplumsal değer yargıları; aile, okul, iş ortamı gibi otoriteler, Zeliha‘nın sırtına binen yükleri oluşturuyor.
Birinci bölümde, bir yangın sonrası Musa’nın ambulansla ablası Zeliha’nın evine getirilişi anlatılıyor. Musa’nın takdiminde, geç doğumun yol açtığı beyin hasari ve hastalığın seyri hakkında geri dönüşlerle hikayenin ilmek ilmek işlenmeye başlandığına tanık oluyoruz. Zeliha’nın büyük ümitle beklediği Musa’nın doğumunun bir trajediye, hatta kendi trajedisine dönüşümünü anlatıyor.
“Doğru zamanda ayrılmasını bilmeyen herkes kendi artık hayallerinin atıklarıyla, kendi dışkısıyla yani kendi zehri ile zehirleniyor mu? Zamanında söylenmeyen elvedalarla hakkıyla tutulmayan ve yeni yaşantılarla bastırılan yaslarla, üzerinden atlanıp da geçilmeyen çocukluk travmalarıyla velhasıl herkes kendi zehri ile zehirleniyor mu?” (sf.15)
Aile üyelerindeki kopukluğu, ailesi tarafından ona bir lütuf gibi verilen koşullu sevgi yanında abisinin koşulsuz sevilip, hatalarının hoş görülmesine neşter atıyor. Attığı neşter yine kendini buluyor, anlattıkça kanıyor Zeliha.
“ Sevgili ağabeyciğim rüyama hoşgeldin! Sen hep karşılıksız ve koşulsuz ve sonsuz sevildin. Bu yüzden şu anda olduğun kişisin. Büyüyemedin olgunlaşamadın. Feleğin çemberinden etlerin çarklara değmeden, hiçbir vakit etlerin morarmadan çıktın. Sen bütün müsabakalardan beri idin. Bense hep rağmen sevildim.” (sf37)
Türkülerin okura eşlik ettiği anlatı okuru sarmalıyor.
İkinci bölümde Zeliha kendini anlatıyor, yaptığı çevirilerle, yazdığı öykülerle var olmaya avunmaya çalışıyor. Ailesinin travmalarını, çocukluğunu, geriye dönüşlerle anlatıyor. İş arkadaşlarıyla ilişkisini, onların hayata bakışını, irdeliyor.
“Oysa Zeliha ölçüsüz ve gelişmemiş bir kötülüğü istemediği gibi muktedirin merhametini de istemiyordu. Bir yerlerde bir adalet varsa onu istiyordu sadece.” (sf. 64)
Yalnızlığın, aşkın tanımını yapıyor. Kendinde yansımasını anlatırken bunu Boğaz ile ilişkilendirip Tanpınar’ın karakteri Mümtaz’ı konuşturuyor Huzur’dan alıntıladığı diyalog üzerine fikir yürütüyor. “ Birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?” Dediğini okuyalı beri yalnızlığın baş mekanı Boğaz olup çıkmıştı.”(sf.110)
Şehrin hafızasını arıyor, yeni ile eskiyi kıyaslayıp, insanın tüketim kölesi haline gelişini fütursuzca kullandığımız kelimelerin bile değersizleştiğini anlatıyor. Kelimenin ağırlığını anlatıyor.
“ Kelimeler dile pelesenk oldukça anlamlari tavsar, yıpranır, hissizleşir. Şiir de böyle. Avuç avuç her zaman verilecek şey değildir şiir.”(s.79)
Zeliha boşluğa konuşuyor. Anlatmak istediği içinde biriktirdiği keder tortularını, onu hiçbir zaman anlayamayacak durumda olan Musa’ya anlatıyor. Musa, Zeliha’nın anlatması için onun varlık sebebi. Güçsüz bir yakarış içerisinde kıvranıyor. Ailesinin içinde bile bir yer edinemediği hissiyle kendini arafta hissediyor. Çelişki bu romanın belki de temelini oluşturuyor. Gözlem ve muhakemelerle çelişkilerini ortaya koyuyor. Çocukken sustuğu yerler yetişkinliğinde hakkını aramayı ve samimiyetini köreltiyor.
Üçüncü bölümde anlatıcı kendi kendisi ile konuşur gibi anlatıyor yazdığı öyküleri Musa’ya okuyor hikaye içinde hikaye ve aforizmalar romanı şekillendiriyor.
“ İnsan kendi hakikatinin tohumunu, bir ötekinin zihnine, ruhuna ekebilir mi? Onu kendi gerçeğiyle döleyebilir mi?”(sf.111)
Bu bölümde “semender” önce bir sözcük olarak ortaya çıkıyor. Yola çıkış bölümünde Semender’in hikayesi anlatılıyor. Semendername; ateşte yaşayan demek, direnç göstergesi olarak biliniyor. Okuru düşünceye sevk etmesi hakikat arayisi gibi Mesnevi’deki gibi az söz söyleyip çoğunu bırakarak geleneksel söylemler ile romanı zenginleştiriyor yazar. Hikayede içinde hikayede Semender’i aramak için Hızır ile çıkılan yolculukta, Baykuş, Kedi, Karga gibi hayvanlarla konuşması, bilgece öğütler alması anlatılıyor. Hızır, Meryem, Musa gibi dini karakterler ve rüyalar yolculuğun ana taşlarını oluşturuyor.
Baykuş kadim kültürlerden itibaren bilgi sezgi ve belleğin simgesidir. Eski inançlarda ve mitolojide önemli yeri olan baykuşlar çoğunlukla olumsuz söylemlerle anılır. ölüm ve yıkım sembolü uğursuzluk şansızlık ve cadılarla bağdaştırılır Çinliler’de ise Anka kuşunun zıttı sayılır Orta Doğu ve uzakdoğu kültüründe bir dünyadan başka dünyaya geçen ruhların gözcüsü bekçisidir.
Kadim dinlerin öykülerinden ve mitolojilerinden bahsedildiği bu bölüm, okuru geçmiş kültürlere yolculuğa çıkarıyor. Okura hikaye içinde hikaye sunuyor. Musa’nın gözleri kitap boyunca okura eşlik ediyor.
“Defalarca kendini öldürmenin geometrisidir edebiyat.”(sf.137)
Yazar, Zeliha üzerinden toplum otopsisi yapıyor. Kadının dünyasını, yalnızlık temasını, ölümü, rüyaları, fedakarlığı, arkadaşlığı, aileyi, iş yaşamını, şehrin hafızasını, insanın kendi içindeki çelişkilerini, bireyin varoluşunu sorguluyor. Masallardan, efsanelerden, çoklu dinlerden, felsefeden beslenen bu yükte hafif, pahada ağır roman iyi okuru bekliyor.
edebiyathaber.net (6 Mayıs 2024)