“Hayat ve ahlak hakkında bildiğim her şeyi futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.’’ Albert Camus
Britanyalı yazar Simon Kuper “Futbol asla sadece futbol değildir’’ kitabı ile dünya genelinde tanındı. 20. yüzyılın en farklı yazarlarından biri olan Albert Camus ise bu kitabın isminin ne kadar doğru olduğunu kanıtladı.
Lucien Camus, İspanyol eşi Catherine Camus’dan bir erkek çocuk sahibi olan yoksul bir tarla işçisiydi, 1913 yılının 7 Kasım günü Cezayir’in Mondovi kasabasında eşinden bir erkek çocuk sahibi daha oldu ve bu çocuğa “Albert’’ adını verdi. İkinci çocuğu Albert’in doğumunun üzerinden henüz bir yıl bile geçmemişti ki Lucien, vatanı için 1. Dünya Savaşında mücadele ederken kör bir kurşun sonucu hayata veda etti.
Eşinin vefat ettiğini öğrenen Catherine Camus, bunun üzerine çocuklarını da alarak Başkent Cezayir’e taşındı. Eşinden kalan dul maaşı dışında hiçbir şeyi, hatta okuma yazması bile olmayan Catherine Camus, hayata tutunmak için zengin mahallelerde bulunan lüks evlerde temizlikçilik yapmaya başladı.
Babasını küçük yaşta kaybeden Albert Camus, kendisi gibi yoksulluğu tanıyan insanlarla büyüdü. Yoksul mahallesi, dul Annesi ve sıkıntılı geçen çocukluk yılları Camus’nun belleğinde çok derin izler bıraktı.
Zorlu geçen çocukluk yıllarıyla beraber Camus’nun eğitim hayatı 1919 Yılında başladı. 1924 yılında girdiği bitirme sınavlarına kadar eğitimine başladığı okulda devam etti. Camus, bir ara okuldan ayrılmayı düşünse de öğretmeni Louis Germain buna engel oldu. Öğretmen Germain, ona hayatının fırsatını sunarak, liseye gidebilmesi için bir burs ayarladı 1924 yılında Liseye başlayan Camus, bütün öğretim hayatını burslar sayesinde tamamladı.
Liseyi başarıyla tamamlayan Camus, Cezayir Üniversitesi’nin Felsefe bölümünü kazandı. Camus, Üniversite hayatında çocukluğundan beri bağımlısı olduğu futbola da “resmen’’ başladı ve okul takımının kaleciğini üstlendi, kaleciliği seçen Camus için bu seçimin tek nedeni yoksulluktur. Çünkü kalecilik, fakir bir insana büyük bir özveri ile alınan bir çift ayakkabının en geç eskidiği yerdir. Bu yüzden Camus için kalecilik çok büyük anlamlar taşımaktadır. Camus için kalecilik, asla sadece kalecilik değildir.
Camus, kalecilik yaptığı yıllarda, hayat ile futbol arasında anlamsal bir bağ kurdu. Varlığını korumak için kaleye geçen Cezayirli yazar, kendi alanını savunmak için her şeyini ortaya koydu. Ancak daha sonra anlamıştı ki sadece kendi hayatını kurtarması yetmiyordu. Aydın sayılabilecek şanslı kişilerden biri olduğu için tüm insanlığı savunmalıydı o da zaten bunu yaptı. Bu yüzden o, sadece kendi hayatının değil, tüm insanlığın kalecisiydi.
Camus, insanlar arasındaki adaletsizliği ilk olarak lisede fark etmişti. Bu zor günlerde onun yardımına futbol koşmuştu. Cezayirli yazar, okul takımında kalecilik yaptığı sıralarda yeteneği ile kısa süre içerisinde göz doldurmuştu. Boyu geç uzadığı için, arkadaşları ona ‘bastıbacak’ lakabını takmıştı. Fakat buna rağmen Camus ve arkadaşları arasında müthiş bir bağ vardı. Bu bağ sayesinde futbolun birleştiriciliği, hayatın adaletsizliğini yenmişti.
Kaleciği çok seven Camus, kaderin bir cilvesi olarak kalecilik yüzünden verem hastalığına yakalanır. Zorlu bir futbol karşılaşmasından sonra tabiri caizse “terden sırılsıklam’’ bir hâlde eve dönen Camus aniden hastalanır. Bu hastalık önce akciğer iltihabına daha sonra ise Verem denilen o illete dönüşür.
Camus artık kendisinin deyimiyle “Verem ve Komünizm illetine” yakalanmıştır. Bu iki unsur onun hayatı boyunca felsefi ve edebi boyutta etkisini hissettirecektir.
Camus, her şeye rağmen pes etmeyerek kadere teslim olmayacaktı. Ama kader de mücadeleyi bırakmayacak ve sık sık Camus’nun kalesine şutlar çekerek kaleyi yoklayacaktı. Camus, bu şutların bazılarını kurtarırken bazılarının gol olmasına engel olamadı. Camus’nun kaderden yediği en büyük darbe, kaleciliği bırakmak zorunda kalmasıydı. Hastalığı daha da ilerleyip kan tükürmeye başlayınca Camus futbola veda edecek, aynı zamanda diğer hayali olan öğretmenlik için mücadele edemeyecek ve askere de alınamayarak savaşta ölen babası gibi şanlı bir asker olamayacaktı.
Verem illeti yüzünden futbola veda eden Camus, Stalin’in komünizm anlayışını eleştirdiği ve Cezayirli Müslümanların Fransa vatandaşı olmasını desteklediği gerekçesiyle kendisi için bir diğer “illet’’ olan “Komünizm’’ partisinden kovuldu.
Camus, 1951’de ‘Başkaldıran İnsan’ kitabını yazmaya başlayınca sol kesim tarafından sert eleştirilere maruz kaldı ve çok geçmeden arkadaşı Sartre ile araları açıldı. Camus, bu yüzden yaşamı boyunca Sartre’ın ağır eleştirilerine uğrayacaktı. Her ne kadar, artık ün sahibi bir yazar olsa da mutluluk onun kapısını hiçbir zaman çalmayacak, hayatı boyunca gördüğü savaşlar, ölümler ve hayal kırıklıkları onu mutsuz edecekti.
Kasım 1954’e gelindiğinde ise Cezayir Bağımsızlık Savaşı başlamıştı ve Cezayirli Müslümanlar ile Avrupalı Cezayirliler arasında başlayan sürtüşmeler, Cezayir’in Fransa’ya karşı başlattığı bir bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştü. Camus, kendi milleti olan Fransa ile büyüdüğü yer olan Cezayir arasında kararsız kalmıştı. Cezayir’in Fransa’dan kopmasını istemeyen Camus orada kurulacak hükümetin Cezayirlilere mutluluk getireceğine inanmıyordu. Ama aynı zamanda ‘Cezayir, Fransa değildir’ diyerek Fransa’nın politikalarına da karşı çıkıyor ve Charles de Gaulle’e muhalefet ediyordu ve bu durum onun iki ülke tarafından ve dışlanmasına neden oluyordu.
Daha sonra, dünyanın çeşitli bölgelerine gidip konferanslar vererek Cezayir ve Fransa arasındaki kanlı çekişmeye karşılık insanlığı uyaran Camus, Cezayir’e gidip taraflar arasında arabuluculuk bile yapmaya çalışır. Nihayetinde, Camus’nun çabaları sonuçsuz kalmamıştır. 1957’de “insan vicdanının sorularını akıllı bir ağırbaşlılıkla aydınlattığı, önemli ebedi üretimleri” Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. Tüm insanlığın kalesini koruduğu için, dünya ona minnettardır.
Camus, Nobel’i kazandığını duyduğunda, ilk iş olarak annesini aradı, bu büyük başarısını onunla paylaştı. Nitekim, Nobel töreni sırasında ona Cezayir sorulduğunda “Cezayir’deki Arap direnişçileri destekliyorum. Ancak tramvaya bomba koyarlarsa ve annem o tramvaydaysa her şeyden önce annemi savunacağım.’’ açıklamasını yapar ve ödül töreninden sonra ilkokul öğretmeni Louis Germain’e şu mektubu yazar:
“Haberi aldığımda ilk aklıma gelen, annemden sonra siz oldunuz. Siz olmasaydınız, siz benim gibi zavallı küçük bir çocuğa şefkatli elinizi uzatmasaydınız, beni eğitip bana örnek olmasaydınız bunların hiçbirisi olmazdı.
Bu ödülü çok önemsemiyorum. Ama bu ödül hiç değilse en azından bana, benim için ne ifade ettiğinizi ve etmekte olduğunuzu anlatmama ve size çabalarınızın, çalışmalarınızın ve cömert yüreğinizin, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin hep size minnettar kalacak küçük öğrencilerinizden birinde hayat bulduğunu göstermeme fırsat veriyor. Sizi tüm kalbimle kucaklarım.’’
Camus, 1960’da annesinin ameliyat olacağını öğrendi ve eşi Francine ile birlikte Cezayir’e gitti. Annesinin durumu düzelince de Francine ile birlikte Paris’e geri dönmeye karar verdi. Hatta eşiyle birlikte trenle dönmek için bilet aldı ama Camus, son anda fikrini değiştirerek, yayıncısı Michel Gallimard’ın arabasıyla Paris’e gitmeye karar verdi. Eşi Francine ise Paris’e trenle, tek başına döndü…
İşte tam da o gün Camus, sürpriz bir gol yiyerek hayata veda etti. 4 Ocak 1960’da Gallimard ve Camus arabayla Paris’e giderken, Gallimard’ın kullandığı araç büyük bir hızla bir ağaca çarptı ve Camus her zaman absürt bulduğu “trafik kazası ölümü’’ ile olay yerinde hayatını kaybetti. Cebinden ise yeni kitabı İlk Adam’ın el yazmaları ve son anda binmekten vazgeçtiği trenin bileti çıktı.
Kimse onun ölümünün bu kadar erken olmasını ve henüz 47 yaşındayken insanlığın kalesini boş bırakmasını beklemiyordu. Camus sürpriz bir çıkış yaparak kaleyi terk etmişti.
Ondan sonra bu kaleye nice yazarlar, düşünürler ve sanatçılar geçmeye çalıştı. Ancak hiçbiri, insanlığın tüm acılarına karşılık, yazı yazmak dışında bir şey yapmayacaktı. Camus’dan sonra o kale hep boş kalacak; insanlık sadece kadere karşı değil, kendi yarattıkları teknoloji, küreselleşme gibi dev sistemlere ve Camus’nun deyimiyle ‘nefretin ve baskının hizmetkârı olabilmek için itibarını düşürdükleri kendi zekalarına’ karşı da ağır yenilgiler alacaktı…
Camus, çok satan gazete ve dergilerde yazarken, patronlarının, ilkelerine aykırı davrandığını düşünerek istifa etti. Birleşmiş Milletler, Diktatör Franco yönetimindeki İspanya’yı üye olarak kabul ettiğinde ayağa kalktı. Edebiyat dünyasında saygın bir yer edinip Nobel’i aldı, Nazilere karşı kağıt kalemle savaştı. Sovyet diktatörlüğüne dur demekten kaçınmadı, iç savaş sırasında idam cezasına çarptırılan Cezayirliler için gizlice çalıştı… Kısacası her zaman insanın özgürlüğüyle ilgilendi. Absürdizm’i baştan yaratan hem kaleci hem filozof olarak absürd şekilde 46 yaşında bir trafik kazasında hayata veda etti…
Camus’nun yediği son derece hatalı gol sonucu maç sona ermişti. Kendi kalesine gol atan kaleci Camus “hayat’’ denilen bu karşılaşmadan mağlup şekilde ayrıldı ve bir kaleci ama aynı zamanda bir filozof olarak, bizlere şu sözü bıraktı ;
“Hayat ve ahlak hakkında bildiğim her şeyi futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.’’
Furkan Uzun – edebiyathaber.net (14 Eylül 2018)