Can Öktemer: “Hafıza mekânlarının  yaşamaya devam etmesi geçmişi ve geleceği sağlıklı bir şekilde birbirine bağlar.”

Eylül 2, 2024

Can Öktemer: “Hafıza mekânlarının  yaşamaya devam etmesi geçmişi ve geleceği sağlıklı bir şekilde birbirine bağlar.”

Söyleşi: Hatice Balcı

“İyi hayat eylemci hayat demekse, insan etkinlikleri neden sadece kârlı alanlarla sınırlı tutulsun ki? Ve modern insan, etkinliğinin neler getirebileceğini gördükten sonra, neden toplumun yapısını verili bir şey olarak, edilgin biçimde kabul etsin?” der Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’da (1999, İletişim, 2.baskı, syf.134).

Can Öktemer’in Hayat, Evren ve Sezen Hakkında adlı ilk romanı geçtiğimiz ağustosta Everest’ten yayımlandı.  Eserin ana karakteri otuz beş yaşındaki Cem sabit maaşlı-sigortalı bir işten yoksun, yüksek lisansını yeni tamamlamış, kitaplar hakkında yazan, yazarlarla söyleşiler gerçekleştiren, müzik ve sinemayla yakından ilgili bir entelektüeldir. Öktemer’in anlatısı ana kahramanımızın Ankara’nın sokaklarında gördükleri, duydukları ile düşündükleri üzerinden “ben” diliyle ilerlerken bize hep Berman’dan yukarıda alıntıladığımız vurucu gerilimi hatırlatır. Roman belli başlı üç ana eksene oturur: Kahramanımızın kendiyle mücadelesi, aşk, Ankara ve hatıralar. Yazar tüm bu ana temaları birbiriyle harmanlarken kurgu ile gerçek arasında kendine özgü bir denge oluşturuyor. Can Öktemer’le romanı hakkında konuştuk.

-Sayın Öktemer merhabalar. Öncelikle moderniteye dair göndermelerle sohbetimize başlayalım istiyorum. Kabaca söylersek XIX. yüzyıldaki sosyal-politik, felsefi dönüşüm bilimde, teknolojide, sanatta muazzam bir değişime yol açtığı gibi eşitliği ve dolayısıyla onuruyla yaşamayı talep eden modern bireyi yarattı. Yine XIX. yüzyılda yazılmış ışıltılı pek çok roman da değişen dünyayı, bu dünyanın yeni insanını incelemedeki gücüyle kalıcılaştı, klasikleşti. Dünya bugün de kaotik. Ve yolunda gitmeyen her ne varsa itiraz eden kentli-özgürlükçü bireyler, dün olduğu gibi bugün de arayışlarını sürdürüyorlar. Romanınızı okurken CV pazarıyla ilgilenmeyen fakat onuruyla da yaşamını sürdürme peşinde, yaratıcı, eylemlerinin çeşitliliğiyle özgür ama bir o kadar da yalnız (en azından Sezen’i bulana dek:) şehir insanı Cem’i, bayrağı seleflerinden devralan günümüzün modern bireyi olarak kafamda konumladım diyebilirim. Ne dersiniz, romanınızı modernitenin birikimlerine bir tür saygı duruşu olarak da görebilir miyiz?

1980 sonrası doğumlu kuşaktanım. Benim kuşağım modernizm fikrinin giderek parçalandığı, ütopyasını iyiden iyiye kaybettiği ‘post’ zamanların tam ortasına düştü. Modernizm bir fikir olarak krize girmesi kaçınılmazdı. Bir yerde modernlik fikrinin sonuna işaret eden post-modernizmin yarattığı çatlaklardan ise sağcılık, bilim karşıtlığı sızdı ve kaotik şimdi zaman manzarası ortaya çıktı. Hiç şüphesiz modernizm bir fikir ve değerler sistemi olarak ortaya koyduğu ilerlemeci yaklaşımla insanlık tarihi için önemli bir dönemeçti. Lakin büyük anlatılar çerçevesinde dışarıda bıraktığı kimlikler ve bir yerden sonra insanın anlam arayışına yanıt veremeyen katı bir pozitivist bakışın neticesi sonunda modernlik fikri bir kriz içerisine girdi. Bu durum bir noktadan sonra çatlaklar yaratacaktı ama bu çatlaklardan sağcılık, acımasız bir ekonomi politik anlayış geleceğinin de ön görülmesi gerekiyordu. Bugünün dünyası bana kalırsa biraz da bu sıkıntılarını çekiyor.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Ankara da modern bir kent yaratma ütopyasıyla kurulmuş bir kent. Ankara’ya dair bu ütopya kısa bir süre devam edip yerini yine İstanbul’a devredecek, tarih akışı içinde bunu görebiliyoruz. Ankara’dan geriye kalan ise yarım kalmış bir ütopya olacak. Hayat, Evren ve Sezen Hakkında’da karakterimiz şehir etrafında dolaşırken “post” zamanları ve günümüz dünyasını şehir atmosferi üzerinden okumayı seviyor. Bütün bu manzara bugün dünyayı nasıl algıladığımızı, Ankara’nın geçmişiyle günümüz neredeyse “bilim” karşıtı, tuhaf dünyasıyla paralel okuma yapabileceğimiz bir alan oluşturuyor gibime geliyor. Ankara’nın modern bir kent olarak imgesi giderek siliniyor ve hızla geçmiş zaman parantezine alınıyor. Halbuki burada yarım kalmış bir tahayyül var. Günümüz kaotik dünyasıyla Ankara’nın kaybolan ütopyasını birlikte okunabileceğini düşünüyorum. Bir tarafta modernlik fikrinin sembolize eden yapılar, kent planları, hafıza mekanları diğer tarafta her apartman katında bulunan astrologlar, falcılar… Cem’in huzursuzluğuyla Ankara’nın kayıp ütopyası bir yerde aynı nehir üzerinde yüzüyor. Dolayısıyla modernitenin ilerlemeci düşünce yapısına ufak da olsa saygı duruşunda bulunuyor diyebiliriz. Çatlaklardan sızan varoluşumuzu tehdit eden tehlikeli ideolojinin farkında o da. Öte yandan modernizmin insanlığa sunduğu kısıtlı menüden de pek hoşnut değil. İşin sınıfsal, kültürel ve politik yanlarını da unutmadan gezinmeye çalışıyor.

-Tüm dünyada entelektüel faaliyetlerin saygınlığının yirmi-otuz yıl öncesiyle kıyasladığında hatırı sayılır bir aşınmaya uğradığını söyleyebiliriz sanıyorum. Cem işi, uğraşları, merakları dolayısıyla Ankara’nın entelektüel çevreleriyle temas halinde ve romanda da kahramanımızın gerek tez danışmanıyla gerekse tesadüfen karşılaştığı tanınmış bir yazarla, masa başı sohbetlerinde, anlatıya inceden inceye yedirdiğiniz eleştirel tonu apaçık okuyoruz da. Hem içsel hem de giderek dışsal faktörlerle büyüyen bu -çift yönlü diyebileceğimiz- aşınmanın gündelik hayata etkileri hangi boyutlarda sizce?

Her geçen gün derinleşen ekonomik krizin gölgesinde entelektüel fikrin veya eylemin varoluşunu koruyabilmesi bir hayli güç. Yazı ve düşünce emekçilerinin yaptıkları faaliyetler bir iş olarak değil hobi olarak görülüyor. Dolayısıyla sadece bu işlerle uğraşıp ev geçindirmek, bir hayat kurmak eskiden zordu şimdi imkânsız. Bu da ciddi bir fikri kuraklığa bizi itiyor. Kitapları eskisi gibi derinlemesine okuyan, eleştirel düşünce yazılarına bakan insan sayısı az, böylesine kaotik bir zamanda güçlü bir ivme yaratması beklenen akademi de piyasa koşulların yenilmiş durumda. Sosyal medya “analizlerinin” de ömrü de uzun süreli olmuyor. Hem yazı emekçisi olan hem de akademiyle yakın ilişkide olan Cem de bu krizden payını ağır şekilde almış durumda. Akademik kadro bulabilme konusunda sıkıntıları var, yazdığı yazılar, yaptığı röportajları da iki ya da üç kişi okuyordur. Üzerine de komik telifler alıyordur. Böyle bir ortamda sağlıklı bir düşünce ortamı olamaz. Sanırım geldiğimiz nokta şunu gösteriyor; daha az analiz daha çok eylem.

-Romanda Ankara başrollerden birinde. Cem’in Ankara’yla ilgili dertleri var ama bir yanıyla da şehrin sokakları, mekânları onu kendine çekiyor. Lise yıllarınızın Ankara’sı ile günümüz Ankara’sını karşılaştırdığınızda neler söylersiniz? Günümüz Ankara’sının sizi kendine çeken yanları neler?

Günümüzdeki tüm şehirler gibi Ankara da büyük değişim içerisinde. Her yer inşaat alanı. Akşam bıraktığınız yeri sabah bulamıyorsunuz. Ankara özelinde konuşacaksam, şehrin önemli hafıza mekanlarının yitimiyle birlikte “kayıp bir zaman” dilimine hapsolduk. Nostaljiyi pek sevmediğim için geçmiş güzel günler güzellemesi yapmak istemiyorum ama hafıza mekânlarının yaşamaya devam etmesi geçmişi ve geleceği sağlıklı bir şekilde birbirine bağlar. Şehrin geleceği de kimliği de burada başlar. Anılarımıza acımasızca davranırsak dünyadaki herhangi bir yerde yaşıyor hissine kapılabiliriz.  Bu da bizi kimliksiz bir yere doğru savurur.

Lise yıllarımdaki Ankara ile günümüz Ankara’sı arasında ciddi farklar var hiç şüphesiz. Bu bir yerde normal. Şehir büyüyor, nüfus artıyor. Kent planı yeni talebe göre değişkenlik gösterecek. Lakin bu değişim radikal ve acımasız şekilde yapılırsa; sorunlar başlar. Şehrin tarihini de anılarımızı da bir şekilde korumalıyız. Bizi var eden anılarımız sonuçta.

Günümüz Ankara’sında beni çeken şey arkadaşlarım sanırım. Ankara, hızlı bir şekilde organize olup veya hiçbir plan yapmadan bir yerde tesadüfi karşılaşmaları yaşayabilme imkânı sunabiliyor galiba. Bir de geçmişten bugüne taşınan alışkanlıklar var. Alışkanlıklar ciddi bağımlılık yaratabilir. Özellikle Ankara gibi giderek buna dönüşen bir şehirde. Bunun hem iyi hem de kötü yanları var. İyi yönleri “evinde” hissetmek kötü yanı ise giderek buna alışıp, aynı zaman diliminde çakılı kalmak. Bir denge tutturmak lazım.

-Romanın daha ilk sayfalarından itibaren Cem yaşamını, o güne değin yapıp ettiklerini neredeyse mikroskobik bir incelemeye tabi tutuyor. Kişiliğinin dünyadan en çok gizlemeyi isteyebileceği yanlarını bile bizimle içtenlikle paylaşabiliyor mesela. Deyim yerindeyse suyunu çıkararak yüzleşiyor sorunlarıyla. Lâkin depresif değil. Romanınızın beni en çok etkileyen yanlarından biri de bu oldu. Cem’in sonunda ulaştığı o aşkınlık hali suyunu çıkararak yaptığı incelemeleri olmasaydı gerçekleşebilir miydi dersiniz?

Cem karakteri, zihninde kelimelerle doluşan, iç dünyasıyla sürekli irtibat halinde olan biri. Bir tarafıyla kendisiyle kavgası da var. Kavganın bitmesi ve zihinle meşguliyetin bitmesi için doğru anı bekliyor. O an geldiğinde ise her şey sükunetli bir atmosfere bürünecek zaten. Dolayısıyla sorunuza dönecek olursam aşkınlığa ulaşabilmesi hususunda mikroskobik bakışın etkisi var diyebilirim.

-Romana serpiştirdiğiniz gündüz düşleri, anlatıdaki katmanlı yapıya önemli bir katkı sağladığı gibi metnin mizahi dokusunu daha da güçlendiriyor. Okurken yer yer kahkahalarla güldüren trajikomik sahneler bu sayede hayat buluyor hatta. Kahramanımızın sürekli yürüyerek arşınladığı Ankara’nın sokaklarıyla, caddeleriyle, mekânlarıyla diyalogların, düşüncelerin, gündüz düşlerinin harmanlandığı bu yapı metni -nasıl desem-devinimsel bir anlatı ritmine taşıyor. Biraz da romanınızı nasıl inşa ettiğinizi anlatır mısınız bize?

Ankara’da yürümek üzerine uzun yıllardır Lavarla’da denemeye yakın türde yazdığım yazılar vardı. Bu yazıların sayısı bir hayli birikmişti. Bu metinlerden kurgu bir eser yaratabilir miyim diye yola çıktım esas olarak. Yol haritamı önceden belirlememiştim, dolayısıyla benden önce yapılanlara ilk başta bakmak istedim. Edebiyat tarihinde kentte yürüme ve aylaklık temalı bir çok önemli eser var hiç kuşkusuz. Charles Baudelaire’in Paris Sıkıntısı, W.G. Sebald’ın Satürn Halkası, Yusuf Atılgan’ın Bay C.’si, İlhami Algör’ün Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku ve son yıllarda dikkat çeken Teju Cole’un Açık Şehir yapıtları ilk aklıma gelenler. Bu metinlere baktığımızda tarih, hafıza üzerine kafa yoran, daha derin meseleyi tartışan, kurgusu kadar entelektüel ağırlığı olan hikâyeler olduğunu görebiliriz. Hikâyeyi yazım aşamasında önümde iki yol belirdi: birincisi onların izinde devam edip daha entelektüel iddia taşıyan biraz daha ağır meselelerin tartışıldığı bir hikâye ya da yürüme hissini doğrudan verecek karakterin çocuksuluğunu vurgulayacak daha eğlenceli daha ritmik bir anlatıya sahip ikinci yol. Ben biraz daha ayağı yere basmayan bir tavır takındım sanırım. Bu yüzden ikinci yolu seçtim. Bununla beraber hikâye akışı tamamen gündelik hayatın olabilecek en ‘sıradan’ anlarını kapsıyordu. Bu noktada da biraz Boris Vian’ın absürt dünyasından ilham alarak sıradan anları olabildiğinde komikleştirmek, tuhaflaştırmak istedim. Kendimize inşa ettiğimiz dünya düzeninin ciddiye alınacak bir tarafı yok bence. Zaten buna ilk uyanan Boris Vian’dı. Bunun haricinde kitabın ilham kaynaklarından Douglas Adams’ın Otostopçunun Galaksi Rehberi kitabıydı. O da varoluşumuzla ve anlam arayışımızla ince ince dalga geçer. Ben de Hayat, Evren ve Sezen Hakkında’yı yazarken bu hissiyatın peşine düşmeye çalıştım diyebilirim.

Cem, neticede tek çocuk. Tek çocuklar genelde yalnızlıkla erken yaşta terbiye olurlar. Özellikle şansı biraz daha yaver gitmiş orta sınıf bir aileden geliyorsa, dergiler, filmler, kitaplar tek çocukların hayatını derinden şekillendiriyor. Cem de gençlik ve olgunluk arasında kalmış bir karakter olarak, kafasında binlerce soruyla şehir içinde turlarken, gördüğü her şeyden bir mana bulmaya çalışırken manzara aralarına düşler, imgeler veya Leonard Cohen gibi isimleri dahil edebiliyor. Yol boyu karşısına çıkan bu düşler ve imgeler ise onun çok da epik olmayan yolculuğunda olgunluğa götürecek bir aşama olmasını istedim.

-Ankara’ya dair yitirdikleri, başka şehirlere uğurlayarak yitirdikleri, gelecek kaygıları gibi sebeplerle içinde bulunduğu ortamı bunaltıcı bulsa da pes etmeyen, eyleme geçmekte de hevesli biri Cem. Zira belirsizliklerin de mücadelenin de yaşamın kaçınılmaz gerçekleri olduğunu anlıyor kahramanımız. Belirsizliklerden artık korkmamasında Sezen’e duyduğu aşkın büyük payı var. Biraz da aşkı konuşalım mı?

Cem, hayatının geri kalanında ne yapması bilen ama nasıl yapılacağını ise tam olarak bilemeyen birisi. Yukarıda söylediğim gibi gençlik ve olgunluk arasına sıkılmış durumda. Hayat ise tüm yükleriyle onu sırtından itip büyümeye doğru itiyor. Böyle durumlarda tek başına bir anlam haritası yaratıp, devam etmek pek kolay değil. Cem de ancak Sezen’le tanışınca yola devam edebilme inancına sahip oluyor. Belki de tüm zamanı unutturacak o anlar geçidine sahip oluyor. Bu da kıymetli bir durum bence. Hayat, Evren ve Sezen’de epik bir aşk hikâyesi anlatılmıyor. Tam tersine oldukça birbiriyle iyi anlaşan ve birlikte iyi zaman geçiren bir çiftin hikâyesi var. Onları birbirine bağlayan da o güçlü bağlantı.

Aşk tabii çok güçlü bir duygu durumu. Bayat bir romantizme düşüp, insanları kaçıracak kelime öbeklerini bulmadan tarif etmek de zor. Lakin kişisel bir yerden bu soruya yanıtın izlerini bulmaya çalışabilirim; bu roman benim en güzel hikâyem için yazıldı. Hayat, Evren ve Sezen yüksek desibelli, kelimelerin eksik kaldığı bir duygu durumunun yansımasının sonucu ortaya çıktı.

Bazen her şey sadece anı bekliyor. Ufak bir karşılaşma anı bile değerli olabiliyor. Bir laf arası sessizliğinde, gülerken küçülen gözlerde, rüzgârdan uçuşan saçlarda tüm zaman unutabiliyor. Tüm bunlar iyi bir hikâye başlangıcı olabiliyor. En azından benim için öyle.

-Kahramanımızın düşünce insanı kimliğiyle otuz beş yaşına gelene değin ürettiği işlerden/ kendini inşa etme sürecinde kat ettiği aşamalardan hoşnut olduğunu ve bu sayede güncel sorunlarıyla derinlemesine yüzleşmeyi başarabildiğini iddia edeceğim, ne dersiniz?

Cem’in kültürel birikimi onu bir yere getirebilmiş. En azından varoluşsal olarak bir farkındalık yarabilmiş. Halinden çok memnun mu emin değilim, başka türlü bir şeyle uğraşsa ondan memnun olur muydu ondan da emin değilim, kafa karışıklığını hayatı boyunca taşıyabilecek türden biri. Üstelik 35 yaş gibi ciddi bir yaş döneminde. Hayatının Z raporunu çıkarıyor sürekli. Tüm bunlardan azade hakiki bir kendini gerçekleşme çabasının olduğunu söyleyebilirim ben de.

-Sizi yazmaya heveslendiren, derinden etkileyen izini sürdüğünüz yazarlarınız kimler ve tabii başucunuzdaki  eserler hangileri diye sorsam?

Geoff Dyer, James Joyce, John Berger, İlhami Algör, Barış Bıçakçı, Adalet Ağaoğlu, Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Haruki Murakami, Italo Calvino, W.G. Sebald, Douglas Adams, Sevgi Soysal gibi isimler hemen ilk aklıma gelenler. Başucu kitaplarım da James Joyce’un Ulysses’i, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi, John Berger G.’si, Geoff Dyer’in Bir Hışımla’sı, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler olarak sıralayabilirim. Bu konularda kafası karışık biriyim, üç ay sonra bu soruyu sorsanız muhtemelen başka isimleri veririm.

Son olarak ekleyecekleriniz var mıdır?

Sorularınız ve zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

Sayın Öktemer, ilk ve bir o kadar da özgün romanınız hakkında söyleşme fırsatı tanıdığınız için çok teşekkürler. Okurunuzu bol olmasını yürekten diliyorum.

edebiyathaber.net (2 Eylül 2024)

Yorum yapın