Yazmak üzerine
Bir yazar ya özgündür, ya da yazar değildir. Yazar, derin ve yalın bir biçimde, bizim onun kötü alışkanlığı diye adlandırdığımız yani aracılığıyla özgün olur. O denli özgündür ki, kendinin böyle olduğunun bilincine varmaz bile.
Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılmaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerinde yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.
Yazar eğer bu dünya üzerine değer taşıyan bir şeyler söylemek istiyorsa, dünyayı kendisinden uzaklaştıramaz ve ondan kaçamaz. Tüm amaçlara ve planlamalara karşın, günümüzde her zaman olduğundan daha çok kaostur bu dünya, çünkü kendi kendini ortadan kaldıracağı noktaya doğru artan bir hızla ilerlemektedir; yazar dünyayı okur için sansürden geçirerek, düzeltip pisliklerinden arındırarak değil, olduğu gibi kendi içinde taşımak zorundadır. Ama kendini de kaosa kaptırmamalıdır; edindiği deneyimden yola çıkarak bu kaosla savaşmalı ve kaosun karşısına içindeki umut çağlayanını çıkarmalıdır.
Yazarın işi, insanlığı ölümün kucağına bırakmak olamaz. Kendini kimseye kapamayan yazar, ölümün gücünü pek çok insanın iç dünyasında giderek yoğunlaştırdığına acıyla tanık olacaktır. Herkese boşuna bir çaba görünse bile, yazar bu duruma başkaldıracak ve asla, hiçbir koşul altında yenilgiye boyun eğmeyecektir. Hiçliğin yazın alanından sayıları giderek artan elçilerine karşı direnmek ve onlarla, onların silahlarını kullanmadan savaşmak, yazar için onur kaynağı olacaktır. Kendisi için yapılmamış, ama kendi yasası olan bir yasaya göre yaşayacaktır yazar.
İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyen o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.
Gün gelecek, eski yolculuk yazıları en büyük sanat eserleri kadar değer kazanacak; çünkü yeryüzü, bilinmediği sürece kutsaldı ve bir daha da asla öyle olmayacak.
Edebiyatta birçok şeyin söylenmeden geçilmesi, önemlidir. Çünkü önemli olan, o susan kimsenin söylediğinden fazlasını bildiğini ve cahillikten değil, bilgelikten ötürü sustuğunu sevmemizdir.
Her zaman kanayan bir yarası olmayan bir yazar, benim için yazar değildir. Gururdan dolayı merhamet görmek istemiyorsa yarasını saklamayı tercih edebilir, ama onsuz olmamalı.
İnsan, başka türlü olmak için yazar. Dalavereciler yazıda zaten oldukları gibi kalırlar.
Edebiyatçılar kendi aralarında çekilir gibi değildir. Onların nasıl olduğunu anlamak için, başka insanlarla bir aradayken görmek gerekir.
Tanrıdan sonra en çok sevdiğim Tolstoy’dur. Tolstoy’un tatminsizliğini onun Tanrı inancıyla bağdaştırmak, benim için çok güç. Bazen şunu düşünüyorum: O, kendine olan inancını yitirmemek için kendini fazla büyük görmemek için Tanrı’ya bağlanır. Eğer kendimiz değil de insanlar bizim için önemliyse Tanrı’nın yerine neyin geçtiği sorulmaya değerdir ve bu fevkalade ciddi bir sorudur.
Belirtmek gerek: Tolstoy 82 yaşına kadar yaşadı. Dostoyevski ise yalnızca 59. 23 yıl, çok uzun bir zamandır. Tolstoy daha 1887 de ölmüş olsaydı gerçekten var olabilir miydi? Ömürlerdeki haksızlığı görmemek imkansız. “Yeraltından Notlar” bugünkü edebiyata kadar nicesinin kökleri! Kendini hor görme ve kendine küfretme, toz toprak içinde kıvranan bir Hıristiyanlık, pişmanlık hitabeti. Bunu kendimizden biliriz, herkes kendinden bilir, ama yine de bunda her şeyi bozan bir şeyler var: Son hakikat olarak sırların gevşekliği. Sanatı, mesafesizliğinden oluşan edebiyatçı: Dostoyevski!
Gogol’ü canlı tutan onun kalpsizliğidir. Bu, onun korkusu kadar büyüktür. Bundan sıyrılmak için alay eder, ama korkusu asla dinmez. Artık dış dünyaya yönelmeyen hicivci etik bir varlık olarak yok olur. İşte Gogol’ ün kaderi. Figürlerine karşı nefretinin kendine nefret olduğunun yavaş yavaş bilincine varır. Her kimden nefret ettiyse kendinden nefret etmiştir. Kendini cehennemle tehdit edecek sert bir yargıç aramaktadır. “Ölü Canlar” in tamamlanmasını, ki kendi yargıçlık işiydi, başaramamıştır. Onları ateşe atar, kendini yani, ve kül olarak kalır. Gogol’ ün son sözleri: “Bir merdiven, çabuk, bir merdiven!
Stendhal
Sanırım Stendhal kadar çok sevdiğim hiç kimse yoktur; o, özendiğim tek insandır. Ben ben olmasaydım, ona benzeyebilirdim. Başka biri olarak dünyaya gelmeyi ilk defa düşünüyorum, ve sırf Stendhal aşkı için. (…) Stendhal’ı İtalyanca konuşurken dinlemeyi çok isterdim. Stendhal’ın seyahatnamelerindeki o çeşitlilik! Onun o kesin iddiaları ve yargıları. Kurmaca ulusal karakteristiklere ve ünlü kişilere tutkusu. Kurbanlara ve kadınlara daha da büyük tutkusu. Saf yanı: Duygularının hiçbirinden utanmaz. Kıyafet değiştirme hevesi, en azından isimlerde. Her şeyi söylediği için severler onu. Bütün şeyleri ve her şeyi kibriyle uyum içine sokmaz. Hatıralarla doludur, ama onlarla ilgilenmez. Stendhal asla benim incil’im olmadı, ama yazarlar arasında benim kurtarıcı insanımdı. Onu hiç bütünüyle ya da tekrar tekrar okumadım. Ama beni hafif ve şen hissettirmeyen hiçbir sayfasına rastlamadım. Ama benim özgürlüğümdü o, ve boğulmak üzere oldum mu özgürlüğümü onda buldum. Ona, beni etkilemiş olanlardan daha fazla borçluyum. Cervantes olmasa Gogol olmasa, Dostoyevski, Büchner olmasa ben bir hiçtim: Ateşsiz, köşesiz bir ruh. Ama yaşayabiliyorsam, yalnızca Stendhal sayesindedir. O, benim hayata karşı savunmam ve sevgimdir.
“Hayat Bilgisi” pek bir şey değildir ve yaşamadan sırf romanlardan da, mesela Balzac’tan öğrenilebilir.
Tam bir mahşer zamanı Dante!
Dante’nin o girişimi bana hep daha muazzam gelmiştir. Kim onun gibi çıkıp da bizim çağımızın önemli isimlerini onun eserindeki gibi böyle bir mahkemede toplayabilirdi. Bugün bir insanın başarabileceği en güç şey, kendini yargılamaktır ve bunu gerçekten becerebilirse ne kadar gurur duyar! Hiç kimse de yargıçtaki güvenirliği ve güveni ondan fazla gösteremez. Yargıç kendi kendine zanlı olmuştur. Böyle olduğuna inanmazsınız. Bu yüzden utanmadığına da inanmazsınız. Bu utancın yasası, Kafka’dır.
Kafka’da edebiyatçılığın her tür kibri eksiktir; o, asla övünmez, övünmeyi bilmez. Kendini küçük görür ve küçük adımlarla yürür. Adımını attığı yerde, zeminin sağlam olmadığını hisseder. O, insanı taşımaz; onun yanında olunduğunda insanı hiçbir şey taşımaz. Böylece edebiyatçıların kandırmacasına ve böbürlenmesine düşmez. Çok iyi hissettiği edebiyatçı ihtişamı onun kendi sözlerinde yok olmuştur. Onunla küçük adımlar atmak ve alçakgönüllü olmak zorundasınızdır. Yeni edebiyatta insanı böyle alçakgönüllü yapan başka bir şey yoktur. Bütün yazarlar arasında Kafka, iktidar mikrobunu hiçbir biçimde kapmamış tek kişidir; herhangi bir biçimde kullandığı bir iktidar da yoktur.
Sartre’ın bütün ifadelerinde aynı renksizlik vardır, hiçbir şey parıldamaz, hiçbir şey nefes almaz, hiçbir şey yaşamaz. Ama büyük ve ayrıntılı tartışmalar vardır. Bunlar beni hiç ilgilendirmemiştir ve uğraştırmamıştır. Bu tek düze mantık dili Voltaire’ le karşılaştırılabilir. Ama Voltaire daha sertti, çünkü daha hırslıydı. Sartre’ın gururu ve savunması, kendini mücadeleye hep hazır hissetmesiydi. Ama mücadeleye hazır olmamaktır asıl olan. Geri çekilip, hücuma uğradığını içten hissedinceye kadar beklemeli insan. Cevap vermeye zorlanmamalı. Cevap hiçbir şeydir. Cevap, esarettir ve bu yüzden yanlıştır.
Canetti’den sözler
Günler birbirinden ayrılır, fakat gecenin tek bir rengi vardır.
En düşmüş insan, bütün dilekleri yerine gelmiş olan insandır.
İnsan yaşamı ölçüt olmaktan çıktığından bu yana, artık hiçbir şeyin ölçütü kalmadı.
İnsan, uyurken gördüğü bir insandan bir daha asla nefret edemez.
Çok güzel gözlere dayanabilmek olanaksızdır, insan onlara hep bakmak zorunda kalır, içlerinde boğulur, kendini yitirir, artık yolunu bulamaz olur.
Savaşlar, yalnızca savaşmak içindir. İnsanlık bunu kendine itiraf etmediği sürece, savaşla gerçek anlamda savaşılamaz.
Bir şeyde ne kadar çok hayat varsa, o şey ateş karşısında o kadar dirençsizdir.
Artık hiçbir haritaya bakamıyorum. Kentlerin adları yanık et kokuyor.
İktidar her zaman olduğundan daha büyüktür, ama aynı zamanda daha tehlikelidir. Artık ya herkes hayatta kalacaktır ya da hiç kimse…
Aytekin Yılmaz – edebiyathaber.net (6 Ocak 2020)