Geçtiğimiz günlerde Encore Yayınları tarafından basılan, Carl Einstein’ın Bebuquin adlı romanı birçok anlamda üzerinde konuşmaya değer bir kitap. Ancak kitaba geçmeden önce Einstein’dan da biraz bahsetmek gerekiyor. Çünkü yazar hakkında edindiğimiz bilgiler romanı okurken bize pek çok ipucu veriyor. Bu anlamda kitabın önsözünde yazarla ilgili verilen ayrıntılar oldukça açıklayıcı ve yön verici olmuş. Einstein Almanya’da Yahudi bir ailenin oğlu olarak doğmuş, döneminin önemli edebiyat ve sanat eleştirmenlerinden birisi olarak tanınıyor. Avangart akım üzerine önemli bir etkisi olan yazar, aynı zamanda İspanya iç savaşında Franco karşıtı cephede savaşan anarşist bir aktivist. II. Dünya savaşı sırasında bir süre Fransa’da bir toplama kampında kalan yazar, Nazilerden kaçmaya çalışırken başarısız olunca, Walter Benjamin’e benzer bir şekilde Pirene dağlarında intihar etmiş.
Bahsedeceğimiz kitap, Bebuquin ise ilk dışavurumcu anti roman olarak kabul ediliyor. Öğrendiğimiz kadarıyla bu kitap için bazı eleştirmenler, kübist sanatın edebiyattaki karşılığı tanımlamasını yapıyor. Yazarlık kimliği dışında Einstein, temsili sisteme ve parlamentarizme karşı derin kuşku duyan bir düşünür olarak biliniyor. Aynı zamanda evrimci ve ilerlemeci paradigmayı reddeden yazar, modernite ve onun doğurduğu ruh haliyle sorunlu olan, bu konuda eleştirel tavır alan bir konumda yer alıyor. Halil Turhanlı’nın “Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı” kitabından alınan önsözden yazar hakkında, Bebuquin romanını anlamamıza yardımcı olacak bilgiler kısaca böyle. Kitapta özellikle moderniteyle ve pozivizmle dertli olduğu noktalar diyaloglarla ifade edilmiş. Ayrıca şu da söylenebilir ki Einstein bu durumla bağlantılı olarak “akılcılık” felsefesiyle de oldukça sorunlu görünüyor ve bu nedenlerle olsa gerek roman, “akıl dışı” bir çizgide ilerliyor.
Romanın karakteri Bebuquin, dünyada nesne ve özne olmak arasında gidip gelen, kendisinin de bir iktidar kategorisi olduğuna inanmaya çalışan birisi olarak çıkıyor karşımıza. Cansız şeylerden huzur bulan, henüz boş bir insan olma sıfatını hak edecek denli ölmediğini düşünen bir karakter o. Şöyle söylüyor: “Bir kopya istemiyorum, etki altında kalmak da istemiyorum kendimi istiyorum.” Bebuquin’in isteği çok makul görünüyor değil mi? Herkes bir şekilde kendisi olmak ister ancak bu ne kadar başarılabilir tartışılır elbette. İnsan varlığı bu gün türlü kurumlarla biçimlenmiş, kendi özünü kaybetmiş, doğasından uzaklaşmış, bilimin ve her dönemin kendine göre uyguladığı “toplum mühendisliğinin” nesnesi olmuşken, bu biraz zor bir olasılık gibi görünüyor. Bebuquin’in, kendini ararken, ruhunu özgürleştirmeyi umarken hissettiği durum, bizim toplumsal ya da kişisel yaşamımıza da çok uzak olmasa gerek bu nedenlerle. Onun, nesnelerden huzur duymasının sebebi; insanın gerçekten ölü olduğu bir çağda, kendisinin de hiçbir şeyi belirleyemeyen bir nesne olmasına göndermedir belki de.
Einstein da birçok yazar gibi “hiçlikten” dem vuruyor anlatısında. Ancak onun “hiçliği” her şeyden umudunu kesmiş, edilgen bir hiçlik durumu değil gibi görünüyor. Hatta bir kurtuluş yolu olarak bile düşünülebilir. Ona göre: “Eğer bolluk gelecekse, sadece hiçlikten ve gerçekdışından gelebilir. Geleceğin tek güvencesi budur.” Çünkü “Faydacı ve akılcı kişiler, hayal gücünün yanılsama ve büyücülük, hiçliği de boşluk ve uzay diye adlandırırlar. Bu gibiler, her şeyi ağızlarına tıkıştırıp mideye indirmek ya da doğrayıp ahlâk haline getirmek isteyenlerdir. Fakat hiçlik, tüm varlığın kayıtsız şartıdır” diyor Einstein, ama hiçliğin tüm varlığın sınırlaması olduğunu da reddediyor. Sanırım insanın her şeyin hiç olduğunu kabul etmesi çok zor bir durum. Özellikle de gerçekliğin içinde ama Einstein’ın hiçliği “gerçek dışı” bir yerde duruyor ki bu da onun hiçliğinin etkin olmasını sağlıyor. “Faydacı ve akılcı” kişilere yaptığı göndermeler de bu duruma işaret ediyor. Hayal gücünü yanılsama olarak adlandıran bu kişiler, insanı maddi bir varlık boyutuna taşıyor. Bu da insanın ruhani yanını görmezden gelmeye sebep oluyor. Oysa insan varlığı maddi bir şey değil. Ayrıca insan her zaman gerçeklerle kendisini var edemez, başka bir boyuta hayallere, düşlere, umut ve beklentilere ihtiyacı vardır, toplumdan topluma, yöreden yöreye, kişiden kişiye değişiklik gösteren bir türdür insan bir madde gibi onu tek biçimli bir hale getiremezsiniz. Einstein’ın bahsetmeye çalıştığı insan, hiçliğini etkin kılabilir çünkü hayal gücüne sahiptir ve “akıl dışı” bir konumda yer alır, böylece kendisini bir nesne olmanın dışına çıkarabilir.
Einstein’ın ilerleme fikri ile de barışamadığından bahsetmiştik. Romanın kahramanı Bebuquin’in şu yorumuyla bu durumu örnekleyebiliriz: “…Maddi dünya ve tahayyülümüz hiçbir zaman anlaşamaz. Eylem, yani şeylerin ve olguların düzelticisi de işte bu yüzden gereklidir. Fakat eğer insan tıpkı benim yaptığım gibi daha ileri gitmemiz gerektiğine kanaat getirirse, o zaman aynı yoldan yürümekten utanacak yeni bir tür insanın ortaya çıkması mümkün değil midir?” Modern insan hep ileriye gideceğini düşündü, bu nedenle her şeyi deney malzemesi haline getirdi, kendisini dünyanın merkezine yerleştirip, türcü, egosantrik bir varlık haline geldi. Tanrıyı bile bir inceleme nesnesi haline getirerek öldürdü. Çünkü kendisini devamlı ileri giden, sonsuz bir tanrı olarak yeniden var etmek istiyordu. Ve böylece Bebuquin’in söylediği gibi “aynı yolda yürümekten utanılacak yeni bir tür insan” ortaya çıktı.
Einstein roman boyunca akıl dışılığa, deliliğe övgüler düzüyor. Biçimlemelerle, kendisini gönüllü olarak “ölü” kabul eden bedenlerle anlatısını gerçek ve gerçek üstüyü iç içe geçirerek ilerletiyor. Bana göre, metnin en önemli yanı ise felsefeye, sanata, pozitivizme, modern insanlık durumuna yaptığı göndermeler. Roman böylece sağlam bir alt metinle, okuyucuya karakterleri üzerinden çok boyutlu bir anlatı sunmayı hedefliyor. Okur kurgunun içerisinde kendi kurgusunu yapabiliyor ve düşünüyor. Yazar bizi kendimizi bulmak için mucizeler yaratmaya çağırıyor, bunu yapmak için ise formların dışında, akıl dışı, hayalleri olan, bir kopya olmak istemeyen kendisini bulabilmiş bir insan tahayyül ediyor. Einstein’ın bu kitabının Türkçeye kazandırılmış olması bu nedenlerle oldukça mutlu edici.
Emek Erez – edebiyathaber.net (18 Şubat 2016)