Kaygı içindeki benlik
Yıllar önce, Kamu İdaresi’ne dava açmıştım. Tam da o günlerde bir arkadaşım, mahkemede hâkim olarak çalışan dostlarından biriyle tanıştırdı beni. Karşılıklı hoşbeşin ardından sohbete daldık, davamın durumundan bahsettik. Konuşmamız sırasında bir şey çok dikkatimi çekmişti. Her ne kadar mahkemelerin işleyiş sürecini olduğu gibi sahiplenmese de, muhatabımın sözlerinde durumu kanıksamış, rahatsız edici bir kesinlik vardı. Davacıların kişisel koşullarını, içinde bulunabilecekleri özellikli durumları araştırıp yorumlamayı pek de gerekli görmeyen bir yapıyla karşılaşmak moralimi bozmuştu. Anlattıklarından filozofça çıkarımlara varabilmeyi beklemiyordum tabii ki ama yine de felsefenin hukuksal alanda ne denli büyük bir ihtiyaç olduğunu düşünmeden edemiyordum. İşin uzmanlarına son derece basit görünen davaların, tüm bir yaşamı etkileme olasılığını hesaba kattığımızda, mahkemelerden birbirlerinin kopyasına dönüşen kararların çıkması bana inanılmaz geliyordu. O günlerde öyle bir ruh hali içindeydim ki işyerlerinde, okullarda, hastanelerde kısacası baktığım her yerde varoluşun izlerinden çok tükenişin kanıtlarını buluyordum. Üstelik tükenme haliyle düşünce yoksunluğu etle tırnakmış gibi görünüyordu.
Arada bir durup düşünmeye, en azından başımızdan geçen kimi olayları irdeleyip yorumlamaya hepimizin ihtiyacı var. Doğrusu ben de bir edebiyat meraklısının alışkanlıklarına uygun davranıyorum; düşünmek için romanlarla haşır neşirliği seçiyorum. Bir yandan da, Kundera, Marquez, Maron, Austen gibi belli başlı yazarlarımı okurken, çektikleri acıları düşünceye dönüştüremeyen karakterlerine takılıyor, başlarına gelenlerle sarsılıyorum. Sonra dönüp kendime bakıyor, kendi acılarımı nasıl karşıladığımı anlamaya çalışıyorum. Dertlerimle yüzleşebiliyor muyum? Sakince durup duygularımı ölçebiliyor muyum? Ya da üzüntü ve hayal kırıklıkları içinde incinmiş benliğimle ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda umursamazlıkla mı davranıyorum? Kısacası acılarımdan bir şeyler öğreniyor muyum?
Dr. Tara Brach’ın Omega Yayınlarından bu yıl içinde çıkan kitabı Buda’nın Kalbi kendimiz üzerine, insanlarla ilişkilerimiz üzerine, acılarımızla, travmalarımızla ne yapacağımız üzerine düşünen, bunları araştıran, yorumlayan bir çalışma. Brach klinik psikolog, Insight Meditation Community’nin kurucu hocası. 1975 yılından bu yana meditasyon yapıyor ve Budist meditasyon inzivaları düzenliyor. Kitabında Psikoloji disiplininin temel analizleriyle Buddha öğretisinin yaklaşımlarını başarıyla harmanladığını söyleyebiliriz. Zira Brach konu başlıklarına dair içeriği, kendi deneyimlerinin yanı sıra danışanlarının hikayeleri ve metne döktüğü yönlendirmeli meditasyon uygulamaları ile oluşturmuş.
Koşulsuz kabul
Yazar daha kitabının başlarında, modern zamanların belalarından “yetersizlik hissi” üzerinde duruyor. Bunun bir yanılsama hali olduğuna vurgu yaparak Budist farkındalık öğretilerinin bu yanılsamaya çözüm getirebileceğini belirtiyor. Yetersizlik hissi, yazara göre insanlardan ve hayattan kopuk olma duygusunu güçlendirip bir tür kafese dönüşebiliyor. Brach çoğumuzun, kişisel gelişimi destekleyen aile/mahalle/ topluluk yapısından uzak koşullarda büyüdüğünü ve bu nedenle kendini yalnız, dışarıda bırakılmış hissettiğini söylüyor. Üstelik hayatımız boyunca, bizden ne beklendiğinden emin olamadan ve/veya sürekli bir şeyler beklendiği duygusu içinde kendimizi biteviye kanıtlamak zorundayız. Çalışarak, biriktirerek, tüketerek, koşturarak yaşıyor ve tüm bu çabalara rağmen bizi mutlu edecek şeyleri kolay kolay hak etmediğimizi düşünüyoruz. Yetersizliğin acısıyla baş etmek için kimi yollara başvuruyoruz. Yazar bu yollardan belli başlılarını şöyle sıralıyor: kişisel gelişim projelerine katılmak, başarısızlık korkusuyla bir kenara çekilmek, kendi kendimizin acımasız eleştirmenine dönüşmek. Hatta bazen diğer insanların kusurlarına odaklanarak onları düşmanlaştırabiliyor, onlara karşı saldırıya geçebiliyoruz.
Kendimizi eksik ve güvensizlik hisleri üzerinden tanımladığımızda şakalaşmak, dans etmek, şarkı söylemek, bitkilerle ilgilenmek, çizmek, açık havada yürümek, enstrüman çalmak gibi kişiliğimizin bizi biz yapan, hayata bağlayan, mutlu eden yanlarını kaçırabiliyoruz. Nitekim Brach önsözde kitabının yaşamı kucaklamakla ilgili olduğuna vurgu yapıyor. Kendimiz ve hayatla ilgili her şeyi bütünüyle kabul edebilmekten bahsediyor. “Koşulsuz Kabul”den: Bu sürecin ayırıcı iki niteliği var. İlki şimdiki zamanda yaşadığımız deneyimi – karanlık yanları da dahil olmak üzere- durup düşünmemiz ve gerçekliğinin farkına varmamız. İkincisi de olan biteni açıklıkla gördükten sonra deneyimimizi şefkatle kucaklamamız.
Brach şefkatin getirdiği bağışlayıcılığın iyileştirici etkisinden, kapsamından, ne anlama geldiğinden/gelmediğinden uzun uzun bahsediyor. Ancak şefkat sayesinde deneyimlerimizin getirdiği duygulardan (kırılganlık, öfke, arzu, heyecan, tutukluk, kendini suçlama, kaçış v.b.) bir şeyler öğreniyoruz.
Kitap ilerledikçe yazar karşılaştığı vakaları örnekleyerek “Koşulsuz Kabul”ü nasıl içselleştirebileceğimizi anlatıyor. Her bölümün sonunda, yazarın “yönlendirmeli meditasyon” başlıklarıyla metinleştirdiği uygulamaları da deneyimleyebiliyorsunuz.
Brach korkularımızı, kırılganlıklarımızı, hırslarımzı, endişelerimizi durup, düşünüp, serinkanlılıkla, olduğu gibi kabul ettiğimizde hayata koşulsuzca ve dostluğu hisseden bir kalple sarılabileceğimize vurgu yapıyor. Ancak bu yolla yaşadığımız hayata bir bütün olarak “evet” diyebileceğimizi belirtiyor.
Budist bakış açısına göre, hatalarımıza şefkatle yaklaşabilirsek bizi kendimizden nefret etmeye, kendimizi suçlamaya hapseden cehaletten de kurtulabiliriz. Ancak kendini bağışlayabilen biri başkalarını da bağışlayabilir ve başkaları tarafından affedildiğini hissetmek de kendimizi daha derinden bağışlayabilmemizi mümkün kılar. Ve ekliyor: “Karşılaştığımız kişi bir yabancı veya arkadaşımız da olsa, kendimize ‘ Nasıl daha nazik olabilirim?’ diye sorarsak ister istemez her canlının dinlenmek, sevilmek ve anlaşılmak istediğinin farkına varırız… Kendimizi nezaket ve merhametle başkalarının kırılganlığına açtığımızda bizi birbirimizden ayıran mesafeler ortadan kalkar.”[1]
Işık kulenin dışında
Disney yapımcılarından John Lasseter’ın elinin değdiği animasyonlardan Tangled’de[2], yaşama yayılan ve neşeyle gülümseyen bir coşku vardır. Film klasik Rapunzel masalını sil baştan yorumlar ve onu bir genç kızın büyüme hikayesine dönüştürür. Kendini bildi bileli kulesinden ayrılması yasaklanmış Rapunzel, dışardaki dünyaya dair heyecan ve merak içinde yaşamaktadır. Annesi evden çıkarken her seferinde genç kızın kulağını büker. Güzelim saçlarını çalmak isteyen yabancılar etrafta cirit atmaktadır. O hala saf bir çocuktur, kolayca kandırılabilir, demek ki yaşamı tehdit altındadır. İyisi mi kızımız sıcak yuvasında elini eteğini toplayıp oturmalıdır. Rapunzel, günlerden bir gün, düşmanlarından kaçarken kuleye tırmanıp içeriye dalan bir delikanlıyı bayıltır, çantasındaki mücevhere el koyar. Oğlanın kendisini kaçırmak için geldiğini sanmaktadır. Çok geçmeden ortaya çıkar ki kaçağımızın Rapunzel’in saçlarıyla bir alıp veremediği yoktur. Sonunda bir anlaşmaya varırlar: penceresinden hayranlıkla izlediği fenerleri daha yakından görebilmek için birlikte yola çıkacaklardır. Kuleye geri döndüklerinde ise Rapunzel mücevheri sahibine geri verecektir. Delikanlı teklifi kabul eder.
Rapunzel’in evinden dışarıya adımını attığında yaşadığı duygusal karmaşa salıncağın gel gitleri gibidir. O an aklından geçenler, ruh halinin sözel ifadesi ve bedenine yansımaları filmde pek güzel anlatılır: İlkin çıplak ayaklarıyla çimenlerin yumuşaklığını hisseder, ardından kokusunu. Sırada koşmak, zıplamak, dans etmek vardır. Şarkı söylerken “İşte yaşamım şimdi başlıyor” der. Bir an durur, bunu yaptığına inanamaz, endişeyle “Annem öfkeden kuduracak” diye düşünür; ama anında kendini teselli eder “Bilmediği şey öldürmez”diye mırıldanır, durur, kendini ikna etmekte zorlanmaktadır, “Aman Tanrım! Ne yaptım! Bu onu kesin öldürecek”der. Fakat bir yandan da içindeki fokurdamaya engel olamaz “Eğlenceli”diye ünler koşarken; bir saniye geçer, alnını ağacın gövdesine dayar ve dünyadaki en kötü kız olduğunu düşünür. Ama sonra koşarak asla geri dönmeyeceğine karar verir, ardından yere kapaklanır, “İnsanlık tarihinin kara lekesi” olup çıkmıştır. Sahnenin en sonunda, hayatının en güzel gününü yaşadığından emindir ve birden ağlamaya başlar.
Rapunzel’in yaşadığı bu içsel karmaşa delikanlıyı harekete geçirir. Onca duygu seli içinden, genç kızın suçluluk hislerini çekip alır ve kabartır onları. Kuleye geri dönmesi için ikna etmeye çabalar, kız itiraz eder. Bunun üzerine, onu geri döndürmenin başka bir yolunu denemeye karar verir. Her türden insanın, dolandırıcıların, yankesicilerin, kaçakçıların dolup taştığı bir hana giderler. Rapunzel handa çevresine ilgiyle, merakla bakar; insanlarla konuşmaya, onları dinlemeye can atmaktadır. Arkadaşlıklar kurar, öğrenir onlardan. Fakat bir yandan da, o güne değin doğru bildiği pek çok konuda nasıl da yanıldığını anlar. Üstelik daha önce tüm yaşamına nüfuz etmiş korkusunun dahi büyük bir yanılgıdan ibaret olduğunun farkına varır: Bunca yıl saçlarının taşıdığı gizem nedeniyle hayatını tehlikede sanmıştır. Oysa saçlarını çalmak isteyen filan yoktur hatta aldırış etmezler bile. Peki Rapunzel fark ettiği yeni gerçeklerle ne yapar? Hikâyenin sihri biraz da buradadır. İnkâr etmez, kovalamaz ama onların içinde kaybolmaz da; hatta tam tersine heyecan duyar. Çabaları onu daha da yüreklendirmiştir. Yeni gerçekler hayatına anlam katar. Geldiği yaşa değin kaçırdıklarından ötürü kedere boğulmaz, kayıplarını kabullenir ve onları aşar.
Başkalarıyla, hatta hiç tanımadıklarımızla bağlar kurabilmek
Brach’ın kitabından çıkardıklarımla Rapunzel’in maceraları zihnimde öylesine örtüştü ki kitap ve film bir anda iç içe geçti. Tabii ki Rapunzel’imiz travmalardan azade ve biz de hikâyenin sonunda prens veya prensese dönüşmüyoruz. Yine de masalın kıssadan hissesi, değişime açık olmanın yaratabileceği potansiyelin yaşamlarımızı nasıl da zenginleştireceğine dair kritik düşünceyi barındırıyor. Ayrıca her iki yapıtta da, başka insanlarla ilişkilerimizde dinlemeyi, merhameti, espriyi, saygıyı, dayanışmayı ne kadar çoğaltabilirsek hayatımızın anlamının o kadar çoğalacağına dair güçlü bir ısrar var. Kitabı okurken yaptığım çıkarımlardan özellikle altını çizdiklerimi paylaşayım: Duygularımın gelip geçiciliğini kavradığımda, onları daha sakin karşılayabilirim. Ne kadar çok benden farklı düşünen, davranan, yaşayan insanları tanırsam kendime dair o kadar çok şey öğrenirim. En az kendi acılarımın gerçekliği kadar, başkalarının acılarının gerçekliğini idrak edebilirsem, dünyanın ve insanlığın bir parçası olduğumu daha yoğun hissederim. Hiç tanımadığım kişilerle bile bağ kurabilmem kolaylaşır. Bu bağlar, insana dair acıları, kusurları, korkuları, heyecanları daha gerçek kılar ve onlar sayesinde hayatımın gidişatında beliren yeni durumları, olasılıkları görüp harekete geçebilirim. Her birimizi biçimleyen çevresel koşullar ve fırsatlar arasındaki uçurum azaldıkça da başkalarıyla birlikte değişir, gelişir, serpilirim.
Brach eserinde sıkça Mevlâna’ya atıfta bulunmuş. Alıntılardan birinde Mevlâna şöyle diyor: “Yara, ışığın içine sızdığı yerdir.”[3] Ve son olarak da Leonard Cohen şarkılarından Anthem’de, bu deyişi hatırlatan seslenişe kulak verelim “There is a crack, a crack in everything, that’s how the light gets in”[4].
[1]Buda’nın Kalbi, Brach, Tara, Çev: Ezgi Kırış, Omega, 2020, 1.baskı, syf.264
[2] 2010, Disney, ABD, Yön: Nathan Greno, Byron Howard
[3] Age, syf.55
[4] Bir çatlak var her şeyde, ışık böyle sızıyor içeriye
Hatice Balcı – edebiyathaber.net (11 Kasım 2020)