İnsanlığın sona ermesini kabullenmeyi reddediyorum.
William Faulkner
Edebiyat hayal edileni anlatırken gerçekliğin ve zamanın da kaydını tutar. Yaşadığı coğrafyanın mitlerine tekrar hayat verir. Dünyanın gerçekliğiyle insanın düşlerine ait umut, istek ve korkuları arasında bir köprü kurar. Olanı olması gerekeni sözcüklere dökmek engellenemez bir dürtüdür hikâye avcıları için. Dünyanın acımasızlığına karşı bir direniş yoludur bu. Anlattığı hikâyelerin güzelliğiyle gaddar sultanı büyüleyip ölümden kurtulan Şehrazat gibi… Hiç kimsenin başkalarının nasıl öleceğine karar veremeyeceği, mutluluğun mümkün olduğu ve yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen halkların, sonunda ve sonsuza dek, ikinci bir şansının olacağı bir hayatın hayalidir Gabriel Garcia Marquez’i de yazmaya iten. Tarih boyu mağlup olan insanların yarattığı kolektif metaforlar olan mitlerden yararlanır o da. Olağanüstü olaylar anlatıyormuş gibi düşündüğümüz ve adına gerçeküstücülük dediğimiz teknik onun kaleminde gerçekliğin sesidir. ‘Latin Amerikalı yazarlar olarak biz sadece gerçekliği tevazu göstererek taklit ediyoruz’ der bu yüzden.
Aracataca adlı bir Kolombiya kasabasında doğmuştur Garcia. Kurak, verimsiz arazinin insanları şiddete ve kana yönelttiği bir coğrafyadır burası. Arazinin acımasızlığı insanın içine öyle sızmıştır ki birbirlerini öldürmek için bir neden aramaz insanlar. Şiddet ve güzellik algısı iç içedir. Bazen basit, sıradan bir gün, küçücük bir olayla bir kâbusa dönüşebilir burada. Tıpkı Yaprak Fırtınası’nda olduğu gibi… Macondo halkı tarafından istenmeyen kişi ilan edilen bir doktorun cenaze işlemleri için gelinen evde geçer her şey. Albay, kızı ve torunun ağzından dinleriz hikâyeyi. Albay Aureliano Buendia’dan (Yüzyıllık Yalnızlık’ın ana karakterlerinden biridir aynı zamanda) gelen bir tavsiye mektubuyla albayın evine gelmiştir doktor. Bu tuhaf adamın yıllar sonra intihar etmesi ve cenazesini kaldırmak istemeyen kasaba halkının tüm itirazlarına rağmen albayın borcunun ifası üzerine şekillenir anlatı. “Akbabalara yem olmayayım diye üstüme birazcık toprak atın, ihtiyacım olan tek şey bu.” Sadece yalnızlığın sesi vardır zamanın akmadığı bu yerde. Birliktelik yoksunluğu olan yalnızlıktır bu. Saat, yeni gelen her dakikanın ucunda bir kez daha ölür. Kapısı bacası kapalı duran evlerin odalarında kötü niyetle söylenmiş sözcüklerin kaynamasından başka da bir ses duyulmaz. “Dışarıda kasaba halkı, sonu gelmez, değişmez ve acımasız fısıltılara kendini kaptırmış bir halde fokur fokur kaynıyor; son rüzgârlar en son geçen öküzün ayak izlerini sildiğinden beri el değmemiş bir halde tertemiz duran sokaktaysa tek bir gölge bile görünmüyor.”
Çocukluğunun koruyucu meleği büyükbabasıdır Garcia’nın. Bu yüzden hep, bir yaşlı adam hikâyelerinin merkezindedir. Yaprak Fırtınası’nda torununu cenazeye götüren yaşlı adam, Albaya Mektup Yok’ ta beklemekte olan yaşlı adam, Yüzyıllık Yalnızlık’ta buzun ne olduğunu göstermek için torununu panayıra götüren yaşlı adam… Garcia yaşadığı coğrafyanın kaderini kendi çocukluğuyla iç içe geçmiş bir şekilde anlatır. Hikâyenin geçtiği Macondo çocukluğunda sık sık keşfe çıktığı kuş uçmaz kervan geçmez hayali kasabasıdır onun. “Sanki Tanrı, Macondo’nun artık gereksiz bir yer olduğunu duyurmuş ve yaradılışa artık hiçbir katkıda bulunmayan kasabaların durduğu bir köşeye fırlatıp atmış gibi.” Felaketin gözle görülmez rüzgârlarıyla sarsılan evine bakar albayın kızı. Ev sessiz ve kesin bir yıkımın eşiğindedir. (Bu Garcia’nın doğduğu evdir.) Ev hem ulaşılması gereken güvenli bir yer hem de ulaşılması zor bir imgedir yazar için. Bir çarşamba günü öğleden sonra yaşanan kısa bir an… Tüm yaşanılanları anlamak için uzun bir şimdiye dönüşür zaman. İnsanın önleyemediği kaderi olması gerekenlerin engellenemeyeceği öngörüsü sık sık dile getirilir hikâyede. “Her ne olacaksa, zaten olması gerekiyor demektir. Hani takvimde önceden haber verilmiş şeyler gibi.” İnsanın kaderi ve sıkışmışlığıdır coğrafya. “Annemle babamın savaştan kaçarak Macondo’ya geldikleri zaman atlarının kullandığı güneşliklerin konulduğu sandıklarla dolu bir odayla bu topraklara bağlanmış kalmışız. Kemikleri toprağın yirmi kulaç altında artık bulunmayacak olan uzak atalarımızın ölülerinin anısıyla bu toprağa çakılıp kalmışız biz.”
Kendi hâlinde bolluk bereket içinde bir yerken muz şirketi gelip yozlaştırmıştır kasabayı. Muz şirketi kasabadan ayrılınca bahşettiği zenginliği de beraberinde geri götürmüştür. Ama küresel ekonominin yarattığı alt sınıfı ardında bırakarak… Suç dolu yaşamlarıyla tüccarları, dolandırıcıları ve fahişeleri… Hasadın ardından rüzgârla etrafa saçılan ölü yapraklar gibi… Sadece ekonomik sistem değildir bozulan. Her şey çürüyüp bozulmuştur burada. Ölünün yayacağı koku üzerinde durması bundandır yazarın. Ama insanlar kokuyu duymadan farkına varmazlar hiçbir şeyin. “Kokuşuncaya dek, bir ölünün ölü olduğundan emin olamayız.” Kapitalizmin yarattığı evrensel yıkım… Onun yarattığı çürümüşlük bozulma… Tiksinti yaratan koku budur aslında. Yaşadıklarını sorgulamayan bu insanlar çıkış yolu arayacak gücü de kaybetmişlerdir. Zaten her şey için geçtir artık. “…On yıl önce o yıkım gerçekleştiğinde, kendilerini toparlamak emelinde olan bir gücü olsaydı; yeniden yapılanma için yeterli olabilirdi. Muz kumpanyasının harap ettiği tarlalara çıkmak, yabani otları temizlemek ve işe en baştan başlamak yeterliydi. Ama o yaprak fırtınasından arta kalan süprüntülere sabırsız olmaları öğretilmiş, ne geçmişe ne de geleceğe inanmaları belletilmişti. İçinde bulundukları günü yaşamaları doymak bilmez iştahlarını günü gününe gidermeleri öğretilmişti onlara.”
Çağı anlamak; bütün önemli politik, ekonomik ve düşünsel gelişmeleri bütünsel ve karşılıklı etkileşimleri içinde kavrayabilmekle olur. Macondo’da yaşanılanları anlamak için Kolombiya’nın tarihine bakmak gerekir o yüzden. Demiryolu inşaatıyla başlar her şey. Demiryolu işçilerini ucuza doyurmak için en uygun besinin muz olduğuna birilerinin karar vermesiyle. “Gringo’nun birine muz yedirdik diye şu başımıza açtığımız işlere bakın.” der Yüzyıllık Yalnızlık’ta Garcia bu olayı anlatırken. Muz yetiştiriciliğinin kârını gören Amerikalı bir iş adamı bu işi devam ettirir. Ve o meşhur United Fruit Company doğar. Kısa süre içerisinde dünya çapında bir tekel hâline gelen bu şirket o kadar büyür ki faaliyet gösterdiği tüm ülkelerdeki siyasi yapıya bile müdahale eder. Latin Amerikalı gazetecilerin “ahtapot” adını verdiği bu şirket çalıştırdığı işçilere adaletsizlik yapınca işçiler dayanamayıp isyan ederler. Binlerce grevci, o gün öldürülür. İşçilerden çoğu da olayı izleyen aylarda kayıplara karışır. Zamanla, hükümet de United Fruit Company de böyle bir olayın yaşanmış olduğunu inkâr eder. Olay, tarih kitaplarından çıkarılır. Ama katliamlarını hafızalardan silmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar boşuna bir çabadır bu. Edebiyat yaşanılanları kavramakta öyle bir rol oynar ki tarihin belleklerimizden silmeye çalıştığını hikâyelerle yeniden örüp önümüze koyar. Hiç kimsenin girmediği, giremeyeceği alanlara girmekten çekinmez çünkü. Edebiyatın gücü de burada değil midir zaten!
“Bir yazara cennette ve cehennemde yaşamak arasında bir seçenek sunsak yazar cehennemi tercih eder. Çünkü orada edebiyat için çok malzeme vardır.” der Garcia. Gerçi başka bir şansı da yoktur onun. Zira o cehennemin içine doğmuştur. Onun yaratıcılığını ortaya çıkaran, yaşadığı coğrafyanın cehennemi aratmayan kaderidir. Tüm diğer Latin Amerikalı yazarlar gibi… Cehennemin hikâye anlatıcılarıdır onlar. Tüm insanlığın unuttuklarını (unutmuş gibi yaptıklarını) cesurca anlatan kalemler…
Kaynakça:
http://www.radikal.com.tr/radikal2/yagmurdan-sonra-boykot-870390/
https://theendofhistory.net/why-is-latin-america-so-dysfunctional-part-three-united-fruit-company/
https://www.nobelprize.org/prizes/literature/1982/marquez/lecture/
Yaprak Fırtınası, Gabriel Garcia Marquez, Can Yayınları
Yedi Ses, Rita Guibert, Can Yayınları
Yüzyılın Skandalı, Gabriel Garcia Marquez, Can Yayınları
edebiyathaber.net (30 Haziran 2022)