E-kitap, yayıncılık dünyasının kafesini zangırdatıyor, asabını bozuyor. Yayıncılar ne olacak, dağıtımcılar ne olacak, kitapçılar ne olacak, elektronik kitap okuyucular ne olacak, telif hakları ne olacak, korsan ne olacak – ortada bir yığın belirsizlik var, herkes bir ucundan geleceği öngörmeye, bazılarıysa geleceğin gelmeyeceğine güvenerek hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyor. Ama kafes zangırdamayı sürdürüyor.
Bu gürültü içinde biraz geri çekilmekte, temel ilişki ve fonksiyonların ne olduğuna ve nasıl bir değişim sürecine girdiğine odaklanmakta yarar var; önümüzdeki 10, 20, 50 yılın ne gibi olanaklar ve seçenekler barındırabileceğini görmek ve seçimimizi şimdiden yapıp sonucu etkilemeye çalışmak için.
Yazar
Yazar kimliğinin bir süreden beri değiştiğini hissediyoruz – bundan 100 yıl öncesinin yazarlarıyla bugünküler farklı, ama sanki 40 yıl öncesinin yazarlarından da farklı bu yeni yazarlar. Nedir değişen? Foucault 1969 tarihli ve “Yazar Nedir?” adlı konferansında “yazar fonksiyonu”nu tanımlamış, “bir toplumda belirli söylemlerin varolma, dolaşıma girme ve işleme biçimlerini belirler” demişti.
Foucault’ya göre yazar fonksiyonu sınırlayıcı bir fonksiyondu; olabilecekler arasından olacak olanı seçmesiyle, belirlemesiyle sınırlayıcıydı. Toplum değiştiğinde yazar fonksiyonu da değişiyor, ama sınırlayıcı olmayı sürdürüyordu.
1969’da yazar fonksiyonu, şu soruların yanıtını veriyordu: Kim konuştu? Gerçekten o mu? Özgün mü? Hangi derin gerçeği ifade etti? Fonksiyon değiştiğindeyse şu soruları yanıtlamaya başlayacaktı: Bu söylemin varoluş biçimleri ne? Nerede kullanılmış, nasıl dolaşıma girmiş, kim sahiplenmiş? Özneler için hangi yerleri açıyor? Bu özne fonksiyonlarını kim üstleniyor? Kimin konuştuğunun ne önemi var?
Bugün okunduğunda, kehanet derecesinde günümüzü tarif ettiği söylenebilir Foucault’nun – bu sorular, twitter ve blog kültürünün tanımı neredeyse. Bu soruların işaret ettiği yazar fonksiyonu, bir metin yaratıcısından çok bir metin üreticisi ve dağıtımcısını gündeme getiriyor; seçki/kolaj/antoloji yapan insan, bunları yeniden paketleyip dolaşıma sokan insan; özgün metin yaratan insan değil illa.
Bunda sanatların herhalde en muhafazakarı olan edebiyatın da kabuk değiştirmeye başlamasının rolü var: müzikte, resimde, fotoğrafta vs çoktan olduğu gibi edebiyatta da “sanat” popülerleşiyor, yaygınlaşıyor, idiom’u bir anlamda kolaylaşıyor ve üretim araçları kitlelerin eline geçiyor; kitleler de işin içine kitlesel beğeniyi sokuyor.
Müzikten pay biçmek gerekirse: bugün bir müzisyen, örneğin Mozart’ın kompozisyon bilgisine, çalgı hakimiyetine sahip olmak zorunda değil, prestijli konser salonlarını doldurmak zorunda değil, büyük plak şirketlerinin beğenisini kazanmak zorunda değil. Gitarda üç akor basmayı öğrenen, bir buçuk oktav sesi olan, detone olmaktan gocunmayan pek çok kişi, youtube’a bir şarkı klibi koyarak müzisyen olabiliyor, bunların arasından müzik şirketleriyle kontrat yapan, konser salonlarını hıncahınç dolduranlar da çıkıyor ayrıca.
Bugün 30-50 yaşında olan bir klasik müzik bestecisi adı verebilecek kaç kişi tanıyorsunuz? Müziğin geçirdiği bu dönüşümü edebiyat da geçirecek; “edebi metin” de, “edebiyat yazarı” da bambaşka şeyler haline gelecek. Bu dönüşüm elbette çoktan başladı, Türkiye’de bile başladı; e-kitap sayesinde hızlanacak.
Okur
Okurun önceliği, metne ulaşmaktır. Geçmişte metne ulaşımın kolay ve ucuz/bedava yollarını arayan okur, kütüphanelere, kitap paylaşım kulüplerine üye oluyor, kitleler için yüz binlerce basılan ucuz karton kapak kitapları (“paperback”) bekliyor, fotokopi çekiyordu. Yarın da dijital metne en kolay ve en ucuz yoldan ulaşmanın yolunu arayacak ve bulacaktır. Bu nedenle tüm dünyada yayıncıların e-kitaplarını dijital hak yönetimi (digital rights management) sistemleriyle şifrelendirmeye, dolayısıyla da paylaşılmasını engellemeye çalışması, bir dönem müzik endüstrisinin CD’leri şifrelemeye çalışması kadar anlamsız.
Dijital içerik üretiyorsanız, rakibiniz her zaman için bedava dijital içeriktir, çünkü “kullanıcı”, bu içeriği bedava elde etmenin yolunu eninde sonunda bulur. E-kitap, okurun içeriğe ulaşma ve saklama biçimini de kökünden değiştiriyor bilindiği gibi. İstediği kitabı e-kitap okuyucusuyla doğrudan internete bağlanarak neredeyse anında indirip okumaya başlamak, binlerce kitabı ufacık bir cihazın içinde yanında dolaştırmak okurlar için artık mümkün – bunun karşısında “kağıt kokusu”yla durmak çok zor. Bunu engelleyebileceğini sananlar var elbette; müzik endüstrisi de aynı yanılgıya düşmüş, CD satmakta ve pahalı satmakta direnmiş, sonunda da pahalı bir ders almıştı.
Yine müzikten pay biçersek: müzik endüstrisi, çeşitli acılardan sonra şöyle bir yöntemi denemeye başladı: bir yandan albümleri dijital olarak, tek tek parçalar halinde mp3 formatında internet üzerinden satmaya başladılar, bir yandan da bir tür kütüphane aboneliği sistemini uygulamaya soktular: aylık sabit (ve makul) bir ücret karşılığında üyeler, diledikleri kadar parçanın mp3 dosyasını indirebiliyor.
Benzer bir uygulamanın okurlara yönelik olarak da geliştirileceğine dair işaretler şimdiden var. Bu uygulamada telif gelirlerinin nasıl dağıtılacağı konusunda da epeyce bir deneyim kazanılmış durumda.
Öte yandan, metnin biçimine önem veren de azımsanmayacak sayıda okur var; bunlar ciltli (“hardcover”) kitaplara, özel baskılara sahip olmayı seviyor, bunları takip ediyor. Bu okurlar yok olmayacağına göre, onlara hizmet sunacaklar da olmayı sürdürecektir.
Aracılar
Herşeyin ekonomi olduğu dünyamızda, bu konunun da en ilgi çeken kısmı, işin “endüstri” kısmı – kimin para kazanacağı, kimin kaybedeceği. Ama aracıların kim olduğuna ve nasıl para kazanacağına bakmadan önce, fonksiyonlarına bakalım: temel fonksiyonları, metni yazardan alıp okura ulaştırmak.
Gelişmeler, burada bir kısa devre eğilimi olduğunu, yazarların doğrudan okura ulaşma fırsatına kavuştuğunu gösteriyor. Yazarlar, çeşitli “gerilla taktikleri”yle kendi metinlerinin editörlüğünü yapıyor (ya da arkadaşlarına yaptırıyor, bağımsız editörlerden hizmet alıyor), kapak tasarımını kendi hallediyor, internet üzerinden “print-on-demand” (talep üzerine baskı”) ya da e-kitap olarak yayımlıyor, tanıtımını da twitter, facebook, blog gibi yöntemlerle bizzat gerçekleştiriyor.
Bu aşamaların hiçbirinde sorun yok artık: okurların daha profesyonel editörlük talebi yok ya da giderek azalıyor, yazarın kendi dijital kamerasıyla çektiği ve kapakta kullandığı fotoğrafı zaten facebook’ta daha önce “like etmişler”, yazarı da bloğundan takip ediyorlar ve zaten kitap tanıtım eklerinin, edebiyat dergilerinin vs yüzüne bile bakmıyorlar.
Yine de, bu bir gerilla yöntemi; ana akımın bu yöntemi benimsemesi için daha epeyce zaman olduğu söylenebilir, dolayısıyla da aracıların varlığının süreceği ama elbette dönüşeceği anlaşılıyor. Bunu da görüyoruz zaten: dünyanın en büyük yayınevlerinden Pelican, kendilerine başvuran her yazarın kitabını makul bir ücret karşılığında (ve başka bir marka altında) e-kitap olarak yayımlayacağını duyurdu geçenlerde. Dünyanın en büyük iki kitapçısı Amazon ve Barnes&Noble, hem kağıt baskılı, hem de elektronik kitap yayıncılığına başladı.
Konvansiyonel kitapevi zincirleri, mahalle kitapçılarını öldürerek gelmişlerdi bugünkü konumlarına; şimdi onları internet kitapçıları öldürüyor. İnternet kitapçıları içinse rekabet pek yakında uluslararası boyutta gerçekleşecek: İdefix ya da Kitapyurdu, Amazon’la boy ölçüşmek zorunda kalacak, çünkü e-kitaplar, kağıttan kitapların getirdiği stok ve nakliye zorluklarını tümüyle ortadan kaldırıyor, yani bir Amazon, bütün dünya dillerinde bütün dünyaya kitap satmaya yetebilir (vergi ve copyright meseleleri çözülürse tabii).
Yayınevleri de Amazon’la boy ölçüşmek zorunda kalmaya başladı zaten – Amazon şimdiden onlardan yazar çalmaya başladı; üstelik e-kitap satışlarında oligopolistik bir durum söz konusu olduğu için, yayınevleri e-kitaplarını satmakta yine Amazon’a mahkum.
Yayınevleri açısından gelecekteki fonksiyonları, ağırlıklı olarak editörlük, tasarım ve tanıtım hizmetleri vermek olacaktır diyebiliriz; büyük bazı yayınevleri eskisi gibi devam edecektir, küçük bazı yayınevleri de seçkin ve “butik” yayıncılık anlayışıyla varlıklarını sürdürebilecektir, ama ortadaki yayınevlerinin çoğu ya kapanacak, ya da o güne kadar kendi kitapları ve kendi yazarları için yaptıkları işleri birer hizmet kalemi olarak tüm kitaplara, tüm yazarlara sunmaya başlayacak; bunu iş edinen pek çok yeni “yayın hizmetleri şirketi” de kurulacak.
Bir yandan da e-yayınevleri ortaya çıkacak: kitapları yalnızca e-kitap olarak yayımlayan, bunları doğrudan kendi sitesinden satan, yani hem yayınevi, hem matbaa, hem kitapçı, hem de dağıtımcı fonksiyonunu üstlenen yayınevleri. Bu yayınevlerine daha geniş anlamıyla “içerik sunucu” demek gerekir – satacakları şey daha geniş tanımlı bir ürün olacağı için (bkz. aşağıda “Metin”).
Kitapçılar da tümden yok olmayacaktır herhalde, ama onların da “fiziksel kitap” edinmek isteyen okurlara bu aracılık hizmetini yepyeni yollarla sunmaya başlayacağı söylenebilir. Stok maliyetini sıfıra yaklaştırmak, kitabı nesne olarak okurun istekleri doğrultusunda, kişiselleştirilmiş olarak orada ve hemen üretmek teknik olarak neredeyse mümkün artık.
Yayınevinin online satış sitesinden kitabı satın alıp “print-on-demand” tekniğiyle, okurun dilediği boyutlarda ve kalitede basan kitapçıları herhalde göreceğiz. Bunu bizzat yapan yayınevlerini de göreceğiz, böylece tarih ilginç bir biçimde tekerrür etmiş olacak: eskiden kitapçılar zaten yayınevi, yayınevleri de zaten matbaaydı.
Dağıtımcılar, internet üzerinden bir sistem kurmakta geciktikleri her gün, bir çivi daha çakıyorlar tabutlarına, ama şimdilik onlar da tümüyle yok olacak değil. Gelecekte onların fonksiyonu, büyük olasılıkla tek bir aracı tarafından üstlenilmeyecek, diğer aracılar tarafından paylaşılacak; ya da dağıtımcılar, diğer aracıların fonksiyonlarından bazılarını da bünyelerine katıp başka bir şey haline gelecek.
Metin
E-kitap konusu tartışılırken en az konuşulan konu, metnin kendisi oluyor; konuşulduğunda da artık geride kalmış örnekler üzerinden (Umberto Eco’nun “yatakta bilgisayardan kitap okunmaz” demesi gibi) konuşuluyor.
Burada metni, “kitap”tan ayrıştırıyorum; kitap yalnızca o metnin nasıl taşındığına ilişkin bir format çünkü. Bu formatın şu anki yeni halleri –e-kitap okuyucular, tabletler vs- geçici olabilir (tıpkı CD’ler gibi), ama bir özellikleri belirleyici: dijital olmaları.
Dijital oldukları için diğer dijital yaratımlarla –resim, müzik video, animasyon, oyun vs- birleşebilecekler (bu bugün de mümkün elbette, bloğu olan herkesin bildiği gibi; kitapta kullanıldığını pek görmemiş olmamızın tek nedeni, yayınevlerinin bunu ticari bir meta haline getirmeyi bugüne dek başaramamış olmasıydı; artık o sorun da ortadan kalktı!), metin yalnızca metin olmaktan daha çok çıkacak; en basitinden, ses kaydı olarak satılan (“audio”) kitaplar, yazılı metinle kolayca birleşecek, aynı e-kitap dosyası içinde hem metin, hem de seslendirmesi (hatta çevirisi) yer alabilecek.
Yine dijital oldukları için, diğer dijital metinlerle de kesintisiz bir uzam oluşturacaklar ve yepyeni okuma pratiklerine imkan verecekler: 10,000 e-kitaplık bir kütüphanesi olan biri, diyelim ki “adalet” sözcüğünü bütün kitaplarında aratıp bu alıntıları peşpeşe okuyabilecek, hatta dilerse böyle bir antoloji yapıp e-kitap olarak yayımlayabilecek.
Metnin başına gelecek bir başka değişiklik, okurun okuma pratiğini ilgilendiriyor: sayfanın yok oluşu. Metnin kullanımını kişiselleştiren cihazlar, haliyle metnin standart sunumunu da ortadan kaldırmış oluyor; e-kitap okuyucunuzda metnin satır aralığını, puntosunu, hatta fontunu değiştirebiliyorsunuz, nasıl görmek isterseniz öyle görüyorsunuz metni. Dolayısıyla “sayfa hafızası” denen şey gidiyor. Ama buna da ne kadar üzülmek gerekir bilemiyorum.
Kitap
Kitabın fiyatı ve bunun nasıl bölüştürüleceği konusu, tahmin edilebileceği gibi çok tartışmalı. Şu anda Avrupa Birliği ülkeleri ve Türkiye, e-kitaba kitap değil, elektronik hizmet muamelesi yapıyor, bu nedenle de indirimli kitap KDV’si değil, en yüksek KDV uygulanıyor (İngiltere’de kitap için KDV sıfır, e-kitap için %17.5; Türkiye’de bu rakamlar %8 ve %18).
Burada aslında önemli bir yatırım çekme fırsatı var: elektronik hizmetler, sunulduğu ülkelerde vergilendiriliyorlar, tüketildikleri ülkelerde değil; yani Türkiye’de yaşayan biri amazon.de’den e-kitap aldığı zaman, vergisi Almanya’da ödeniyor, Türkiye’de değil.
E-kitap satıcıları, haliyle vergi yükümlülüğünün en düşük olduğu yerlerde kurmak istiyorlar hizmet sunucularını; Türkiye’de e-kitap KDV’sinin basılı kitap düzeyine, yani %8’e çekilmesi bile uluslararası boyutta sonuçlar doğuracak bir değişiklik olur.
E-kitap fiyatları, yayıncılık endüstrisi tarafından, basılı kitapların biraz altında tutuluyor genelde, okuyucuları bu yeni formata çekmek için. Yazarlar basılı kitaptan %10-15 telif alırken, e-kitaptan %30-40 telif istiyor.
Üretim maliyetleri sıfıra yakın, stok maliyeti ve iade hiç yok, ama yayınevleri henüz e-kitapların gerçek maliyetini hesaplamayı ve gerçekçi fiyatlandırma yapmayı başarmış değil.
Bunun temel nedeni, hesaplarını eski model üzerinden yapmaları ve karlılıklarının düşmemesini nasıl sağlayacaklarını henüz belirleyememiş olmaları, çünkü e-kitap satışları hızla artıyor olsa da ana gelir kaynağı olması için 5-10 yıl var.
Bazı yayıncıların e-kitaba ciddi olarak muhalefet etmelerinin nedeni de bu. Türkiye gibi, e-kitabın da, e-kitap okuyucuların da yeterince yaygınlaşmadığı, çeşitlenmediği ve fiyatının düşmediği ülkelerde bunun üzerine bir iş modeli kurmanın zorluğu ortada.
Sonuç
Önümüzdeki 10 yıl içinde herşey olabilir: basılı kitap düzeninin sermaye merkezli bir benzeri, e-kitap için kurulabilir, ya da yazarın ve okurun hakimiyetinde yepyeni bir düzen kurulabilir. Bunu mümkün kılmanın tek yolu, yazarlarla okurların güç birliği yapması ve cesaretle inisiyatif alması, bağımsızlığı seçmesi. Öncülerin çatısını kuracağı yeni bir düzen, yeterli destek bulursa ciddi bir alternatif haline gelebilir. Gelemezse, bugüne kadarki modelin yeni bir varyantıyla hayat devam eder.
Yazan: Cem Akaş, Varlık, Şubat 2012
Kaynak: sefinsalatasi.blogspot.com (13 Şubat 2012)