İlk öyküsünün üzerinden tam 31 yıl geçen Cemil Kavukçu, Habertürk için Ümran Avcı ile hem edebiyatın hayatındaki yerini hem de “Aynadaki Zaman”ı konuştu.
Kavukçu, “Edebiyat, yaşamımda kendimi yalnız hissetmeyeceğim güçlü bir sığınak armağan etti. Yazdıklarımı hiç tanımadığım birilerinin okuyor olduğunu bilmem yetiyor bana” diyor.
Kitabın en başında yer verdiğiniz Sir Doyle’nin “Bence hayatın alışılmış, olağan akışı dışındaki her şey anlatılmaya değer” sözü üzerine konuşmak istiyorum. Aslında insanı yazmaya kışkırtan bir yanı da yok mu bu sözün?
Evet, son derece kışkırtıcı. Bu söz bana, bakmakla görmek arasındaki sınırı ifade ediyor. Andre Breton, “Yaşamın kendisi sürrealisttir” derken bunu dile getirmiştir. Her şey yaşamın olağan akışı içindedir. Biz oradan önemsenmeyen, dikkat çekmeyen bir ayrıntıyı çekip başka birinin yanına koyduğumuzda ikisinin birlikteliğinden olağandışı bir durum ortaya çıkabiliyor. Kimi zaman okuduğum bir öyküyü sahici bulmadığım oluyor. Yazarıyla konuştuğumda anlatılanların gerçekte o biçimde yaşandığını söyleyerek kendini savunuyor. Hayatın kendisi metne söz geçirmeye çalışıyor. Tomris Uyar’ın “Hayatta olur, öyküde olmaz,” sözünü anımsatıyorum ona. Gerçeğin iki kanadı varsa; biri düşlerin, olağanüstü biçimlerin, öteki katı gerçekliğin kanadı. İkisi de aynı gövdenin uzantısıdır. Biri olmadan ne kuş uçabilir, ne de öteki kanat özgürlüğünü hissedebilir.
Kitaptaki öyküler iç içe geçmiş durumda, bir öykü bir başka öyküde şekillenip sonuçlanabiliyor. Gerçek hayat da böyle değil midir zaten…
Günlük yaşamda, uyuduğumuz zamanın dışında birçok öyküye girip çıkıyoruz.Aslında uyurken de rüyalarımızda daha karmaşık öykülerin içinde buluyoruz kendimizi. Ama bunların farkında olamıyoruz. Bunları başkalarının kaleminden öykü biçiminde okuduğumuzda, içinden geçtiğimiz kendi öykülerimizi anımsadığımız için seviyoruz onları. Korkularımız, kaygılarımız, düşünmekten kaçındıklarımızla yüzleşiyoruz bazen.
Kitabın girişinde, sonucunda hatta öyküde karşımıza çıkan hayattaki yanlışları, bazen de yaşanmışlıkların silmesi için karşımıza çıkan silgiden yola çıkarak sormak istiyorum. Elinize öyle sihirli bir silgi geçse, kişisel hikayenizde, duyduklarınız ya da gördüklerinizde belki de geçmişte yazdıklarınızda silmek istedikleriniz olur mu?
Orhan Gencebay bir şarkısında “hatamla sev beni”, der. Bunu ilk duyduğumda hoşuma gitmişti. Ben de kendimi hatalarımla sevmeye çalıştım. Elimde öyle bir silgi olsa, istemediğim, pişmanlık ya da acı duyduğum geçmişteki bir olayı yaşamımdan silsem, o yanlıştan çıkarılmış dersi, yani bir doğruyu da silmiş olurum. Oysa o “doğru”nun bedeli ödenmiştir. Kişisel yaşamımızda her ne olduysa acı veren deneyimleri silip yeniden kurmak kolay değilse de mümkün elbette. Öyle sihirli bir silgiye sahip olmak istemem. Olsam bile kullanmam. “Aynadaki Zaman” kitabının sonunda da “Bir daha gelme, dedim kuşa, benim silinecek bir şeyim yok,” diyorum zaten. Yazdıklarımda da, benden çıkıncaya kadar sileceklerimi siliyorum. Bazen, bugün yazsaydım o biçimde yazmazdım dediklerim oluyor. Yine de silmeyi, değiştirmeyi düşünmüyorum.
Anne yokluğunun insanda bıraktığı doldurulamaz boşluk ve kadınların gündelik sorunları da dikkat çekici kitapta...
Bana sık sık, öykülerinizde neden kadın yok diye sorarlar. Ben de, öykülerimde kadın-erkek ilişkisi ve aşk yok ama kadın var derim. Cemile’nin annesini küçük yaşta kaybetmesinin ömür boyu süren izleri onun çocukluk ve yaşlılık dönemlerinde gidip geliyor. Sonuçta Cemile de anne oluyor, yaşlanıyor ve belleği günden güne bulanıklaşıyor. Bu kez de annesi hayattayken onu her gün biraz daha kaybeden Neval var.
Denizin, deniz adamlarının sizde olan özel yerini edebiyatınızı takip edenler bilir. Ama bunu bir de sizden dinlemek isterim…
1976 yılı sonunda Ankara’da MTA Genel Müdürlüğü’nde jeofizik mühendisi olarak işe başladım ve 25 yıl çalıştım. Bunun 15 yılı da denizlerde, kıyı ötesi sismik araştırmalarda geçti. O yıla kadar en uzun gemi yolculuğum İstanbul-Yalova arasındadır. Deniz, gemi ve gemi adamları yepyeni bir pencere açtı yaşamımda. Hepsi değişik uzun yol gemilerinden gelmişti ve her birinin başından geçmiş, o güne dek duymadığım öyküleri vardı. Onları dinlerken anlattıklarını yazmayı düşünmedim. Not almadım. 1997 yılında gemiden ayrıldım. Üç –dört yıl sonra deniz öyküleri kapımı çalmaya başladı. Deniz kimilerine göre sadece uzak bir mekân ama onu yaşayanlar için hayatın yüreğidir.
Edebiyatla çok uzun yıllarınız geçti. Bunca yıl edebiyat hatanızda olmasaydı neler eksilirdi? Edebiyat neler kattı hayatınıza ve hayata bakışınıza?
İlk öykü kitabım Pazar Güneşi 1983 yılında yayımlandı. Aynı adlı öykümün dergide yayımlanış tarihi ise 1981. İlk öykümün yayımlanmasından 31, kitabımın çıkmasının üzerinden ise 29 yıl geçmiş. Bu süre içinde, ya da bu süreyi hazırlayan dönemde yazma gereksinimi duymasaydım, içimdeki yazarla bir biçimde tanışmasaydım yaşamımda herhangi bir eksiklik duymazdım.Hayatınızda olmayan şeylerin boşluğunu da hissedemezsiniz. Ama boşluğun varlığını duyuyorsanız onu doldurmak için arayışa girersiniz. Yaşamın estetiğini kavramakla ilgili bunlar. Okumak da bu estetik algılayışın temeli bana göre.Yazamasaydım, aynı süreklilikte kitap okur muydum, onu da bilemem. Sonuçta yazmakla okumak at başı gidiyor. Yazmak için gereken bütün güç okunarak sağlanıyor. İlk gençlik yıllarımda beni resme yönelten bir gereksinim miydi, güç müydü bilmiyorum; belki de ikisi birden beni edebiyata kavuşturdu. Edebiyat, yaşamımda kendimi yalnız hissetmeyeceğim güçlü bir sığınak armağan etti.Yazdıklarımı hiç tanımadığım birilerinin okuyor olduğunu bilmem yetiyor bana.
Ümran Avcı – haberturk.com
(28 Kasım 2012)