Söyleşi: Nezihe Altuğ
Cengis Asiltürk’ün önemli ödüllere layık bulunan romanlarından ve filmlerinden akademisyenler, yazarlar, eleştirmenler övgüyle söz eder: “Angelopoulos filmlerinin sisli puslu ve masalsı büyüleyiciliğini taşıyan Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanı tuhaf bir gösteri, adeta bir kıyamet günü eğretilemesidir. Ölüyaprak Vuruşu, büyük bir toplumsal dönüşümün üzerindeki örtüyü kaldırır. Muleta–Kırmızılı Orfel ise, başkahramanı Günay Diker özelinde sert bir kadın serüvenidir. Günay’ın toplumla imtihanını anlatan roman, bir etik kitabına anımsatır. Suret romanı insan yüzünün simetrisini çizenlerin fotografik suretçilik üzerinden elin ve zihnin istidatlarını nasıl ulaşılamaz noktalara ulaştırdığını, insanın körleşme sürecini gösterir.” Türkiye’de sinema dili üzerine çalışan Asiltürk, hayatın tüm acılarına tenleriyle direnirken tutunamayan insanları anlattığı tamamı edebiyat uyarlaması Albatros’un Yolculuğu, Büyülü Gerçekler, Akordeon, Kelebeklerin Çığlığı filmlerinde şiirselliği doruklara taşır. Bilimsel kitapları ve Sinemada Kamera Rejisi kuramıyla sinemanın “esasında ne olduğunu” gösterir. Derinine araştırmaya dayalı ve büyüleyici bir serüvene sahip Karnavalın Ortasındaki Adam Ünsal Oskay adlı romanında, Türkiye’de iletişim biliminin ve sosyolojinin kurucusu, çağın son ermişi Ünsal Oskay’ı roman kahramanı olarak karşımıza çıkartır. Kendisinden, “hikâye anlatıcısı” ve “kelimelerin efendisi” diye söz edilen, hayata, kendine, dünyaya dair derdi olan Asiltürk’le, edebiyat ve sinema üzerine bir röportaj yaptım.
Yuhanna İncili “önce kelime” vardı diye başlar. Bu kapsamda tanım ve tasviri muğlâk “şiirsel sinema” nedir? Sinemaya dönüşmüş fotoğraf sergisi midir? Yönetmenin ya da senaristin nostalji tutkusu mudur? Soruyu derinleştirme adına, şiirsel sinemanın akademik net tanımı nedir ya da bu sonradan seyirci/ müşteri ayrımına konu bir ölçüt müdür?
Öncelikle bunca takdirin ve övgünün karşısında mahcup olduğumu itiraf etmeliyim. Yaptıklarım bir başarı sayılabilirse bunu hayata tutunamama endişesine borçluyum. Tutunamama endişemin nedeni sanırım, babamın iflasıyla ailece yaşadığımız büyük travmadır. Bu beni ilk gençliğimde derinden etkiledi. Bu nedenle, hep insanüstü bir azimle çalıştım. Eğer benim çalıştığım kadar blok bir mermer karşısına geçerek üfleseniz o blok çoktan toz olmuştu. Yetenek, zekâ ve yatkınlık bir yere kadar. Sinema elbette ne resim ne de bir fotoğraf sergisidir. “Edebiyat uyarlamasından nefret ediyorum! Sinema edebiyatçı dükkânı değildir” diyen Peter Greenaway’e, “sinema fotoğraf sergisi mi, resim sergisi mi” dediğim zaman, çocuk sayılırdım! Greenaway şaşkındı. Şimdi; sinema, görüntü öncelikli hikâye anlatma sanatı ancak yönetmen görüntüleri hikâye anlatmak için bir araç olarak görmeli. Diğer konuya gelince; doktoramı, “şiirsel sinema” üzerine yaptım. Şiirsel sinemayı her boyutuyla anlatabilmek için 300 sayfalık kitap oylumunda bilgi aktarmam gerekir. Şu kadarını söyleyeyim: Fransız Şiirsel Gerçekçiliği; mekânlar, film atmosferi, hayata tutunamamış kahramanlar üzerinden işler. Ben bütün bunlara ek olarak, şiirselliği yaratmada kamera hareketlerini, montajı, sinema dili ögelerini kullanırım. Bunları da alışılmadık diyaloglarla desteklerim. Şiirselliğin gerçekleştiği düşünülen filmlerde, şiir-yapının en temel niteliklerini oluşturan duygu, coşku, kurgu, uyum, doğallık, tamamlayıcı ayrıntılar, karşıtlık, içdil, dizem, ölçüm, eğretileme (metafor), çarpıcılık, simge, eksiği-fazlası olmayan çekimler, iç-müzik, imgesel, eytişimsel (diyalektik), metrik nitelikler kullanılmıştır. Yuhanna İncil’inin “önce kelime vardı”, hatta Kur’an’ın “oku” ibaresiyle başlaması, doğrudan şiire göndermede bulunmasa bile, anlatılara ve şiirselliğe yaklaşımda bir anahtar olabilir.
Literatürde film türü dediğimizde; Komedi, Fantezi, Korku, Aşk, Bilim Kurgu, Western, Müzikal vb. rahatça görürüz, ama şiirsel sinema denince, sanki bir bulut, bir gri alan, ya da müşteriden çok seyirciye bir konu uyarımı vardır?
Şiirsel sinema seyircinin entelektüel açıdan hazırlıklı olmasını gerektirir. Donanım açısından hazırlıklı olmayan izleyici, şiirsel filmden zevk alamaz. Dolayısıyla şiirsel sinema gelişmiş beğeni düzeyi gerektirir. Seyircinin alıştığı reji türü karşılıklı konuşan, oturan, tartışan, hareket eden kişilerin ve nesnelerin açı-karşı açı gibi bilindik yöntemlerle kayıt edilen çekimlerin montajına ya da panoramik kadrajlarda uzaklaşan, yaklaşan, duran, bakan kişilerin fotografik çerçeveler içinde uzun süre gösterilmesine dayanır. Şiirsel filmlerin rejisi; sanatsal, yaratıcı, estetiktir. Bu filmlerde, kimi zaman birkaç kamera altlığı eklentili biçimde kullanılır, yani kamera hareketlidir, ama izleyici teknolojinin varlığını hissetmez. Doğanın kendi müziği, ritmi, hareketleri açığa çıkar. Komedi, korku, bilim-kurgu vb. türlerin kimi ögelerinden şiirsel yapılar kurmak için yararlanılabilir, ama ikişer saniyelik çekimlerle televizyon filmi yapmak, insanları sulu şakalarla güldürmek ya da korkutmak benim yapacağım şeyler değil. ağlatmak, güldürmek, korkutmak amacı güden tüm filmler, esasen pornografiktir. Albatrosun Yolculuğu, izleyicisini bulduğunda, özellikle Şair (Salih Bolat) ile Kültür Müdürünün (Ercan Kesal) “şiiri dönüştürme” sahnesinde, belli kültür düzeyindekiler için dünyanın en hoş komedisine dönüşür. Entelektüel düzeyi yüksek izleyicinin bu sahnede gülmekten kendinden geçtiğini görürsünüz. Kültür düzeyi düşük izleyiciler ağzı açık “bir şey var ama o ne” diyerek bakar kalır. Korkmak, ağlamak, gülmek için evden çıkıp sinemaya gidilmesini, ben hiçbir zaman anlayamayacağım. Gülmek için sinemaya gidiyorsunuz! Ne şimdi bu? Bir film insana bir şey öğretmeli, insanları dönüştürmeli, onları başka dünyalara götürüp zihinlerine bir şey yapmalı, onu başkalaştırmalı. Sinema salonuna giren benle oradan çıkan aynı bensem, şimdi ben bu filmi niçin izledim?
Yönetmenin veya senaristin nostalji arayışı mı yoksa (bir konuya ilişkin Babil sendromu sonrası Orhan Pamuk kelimeleri ile dokunuşların dokunuş, anlam ve eylemin bir olduğu o büyülü ana ya da Kundera’nın Bilmemek romanındaki tanımı ile “dönüş Yununca da nostos demek, algos keder anlamına geliyor. Yani nostalji doyulmamış geriye dönüş isteği… O zaman şiirsel sinema dediğimiz yönetmenin nostalji tutkusu mudur? Yoksa tanımı ile mantıksal katı neden- sonuç ilişkilerinden ve gerekçelerden arınmış bir sanata imkân sağlamak şeklinde, sizce mantıksallıktan arınmış görsellik midir?
Nostalji arayışı mı? Sanmam, ancak daha fazlası! Roman ya da senaryo yazarken, film çekerken düşünmüşümdür: “Ben şimdi ne yapıyorum?” Çocukluk Cennet’imi, şimdi de mutlu bir adam olsam bile harikulade serüvenlerle yaşadığım o çocukluk günlerimin aile hayatını ve ilk gençliğimi yeniden kurma arzum daima vardı sanıyorum. Bu nostalji değil, galiba derin bir nostalji. Benim şiirsel sahnelerimde yaşananlar nasılsa, oradaki yaşam olduğu gibi öyledir, o öyledir. Saygın isimler saydınız; özgün eser üretebilen yazarlar ve yönetmenler, kimsenin paltosundan çıkmış değildir, kimsenin paltosuna girmeye de niyetli olmamalı. Buna ek olarak: “İnsan, yaptığı şeydir. Yapacağını söylediği şey değil!” Bu, sanıyorum Carl Gustav Jung’a ait bir görüş. Bu görüşe nasıl katılmayız ki?
Eğer “şiirsel sinema” bir şeklide, mantıksal katı neden-sonuç ilişkilerinden ve gerekçelerden arınmış bir sanata imkân sağlamaksa, sizce mantıksallıktan arınmış en iyi örnek hangisidir? Metin Erksan’ın Bir İntihar filmi ya da Michael Lindsay – Hogg’un Gadot’yu Beklerken şiirsel sinemanın en aykırı ucu olabilir mi, görsellikte, yoksunlukta, anti kahraman misali ters şiirsel sinema mıdır?
Filmde mantıktan kopuk sahne olmaz. Burada mantık, şiirdekine uygun bir mantıktır. Örneğin: Olağanüstü görsel kendi içinde bütünlüklü çekimin, sahnenin, sekansın bütünde mutlaka yeri vardır. Metin Erksan’ın Bir İntihar filmi ve Michael Lindsay – Hogg’un Gadot’yu Beklerken filmleri şiirsel sinemanın aykırı ucu mu? Bu, üzerinde düşünmeye değer, ama en iyi örnekler mi, bilemem. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı, Ömer Kavur’un Gizli Yüz, Andrey Tarkovski’nin Ayna, Theo Angelopoulos’un bütün filmleri ve Béla Tarr’ın Torino Atı filmi şiirsel ögeler taşıyor.
Sizce en iyimser ve en karamsar şiirsel sinema örneği ve yönetmeni kimdir? Béla Tarr’ın Torino Atı hayli karamsar. Bergman’ın Utanç’ı ile Tarkovsky’nin Ayna filmleri bu iki öneriye de uymayan şiirsel film örnekleri. Örneğin Ballatar’ın Karanlık Armonileri mi, yoksa Torino Atı mı şiirsel sinemaya örnektir? Biri uzun sekanslarda görselliğe önem verirken, Torino Atı’nda konu, bir mekânda gerçekleşir, o eksik, o yoksunluğu ile mi şiirleşir? Hangisi daha sizin şiirsel sinema tanımınıza yakındır?
Bu sorunuzun yanıtı bir önceki sorunuzun yanıtı gibi olacak; bu nedenle Tarkovski’nin Ayna filmi, Angelopoulos’un Eleni, Le Regard D’Ulysse, The Beekeeper, hatta yukarıda da söylediğim gibi Angelopoulos’un her filmi eşsiz şiirsel film örnekleridir.
Ömer Kavur’un Gizli Yüz filminde görev aldığınızdan dolayı provakatif soru sormak isterim. Fotoğrafçı, Theo Angelopoulos’un Ağlayan Çayır filmindeki yeni yıkanmış çarşaflar arasında geçen sahnede yönetmenin kıyının karşısındaki Ömer Kavur’a atfı var mıdır? Musluk tamircisi ve can yoldaşı fotoğrafçı ile otururken, ütü hazırlığı yapar (senaryoda da ütü hazırlığı dinilir) şekilde çarşaf katlarlar. 2005 yılı yapımı Ağlayan Çayır’da, çarşaflar arasında yürüyen çift vardır…
Ömer Bey’in Patroniçe, Beybaba, Beş Kollu Avize filmlerinde yardımcı yönetmen olarak görev aldım. Angelopoulos’un ondan etkilenip etkilenmediğini bilemiyorum. Bunu belki de hiç kimse bilmiyor. Ne ki, yaklaşımınız doğru olabilir. Ömer Kavur, etkileyici filmler yaptı. Onu tüm dünya önemsedi. Onun filmlerini izleyenlerin etkilenmemesi, böyle de bir sinema varmış dememesi imkânsız gelir bana…
Yapımcılar hakkında neler söylersiniz? Hiçbir sinema izleyicisinin kayıtsız kalamayacağı filmleri mi çekmek istiyorlar?
Sinema filmleri büyük bütçelerle yapılıyor. Bu nedenle yapımcılar daima haklıdır. Bir yapımcıdan, sinemaya benim gözlerimle, kalbimle, aklımla bakmasını beklemem. Böyle bir bakış haksızlık olur. Yapımcı bizden nasıl filmler istiyorsa, öyle filmler yapmalıyım. Bu sinemanın göz ardı edilemeyecek gerçeği. Kendi paranızla istediğiniz filmi çekebilirsiniz.
Diziler ve sinema reytingleri bize nasıl bir Türkiye söylüyor? Dizilerimiz toplumun aynası mı? Sağlıklı bir yüzleşme mi? Şartlanmış kutuplaşma mı? Önemli olan üretim şekli ve reytingi mi? Yapımcıların başarısı mı? Türk dizilerinin imparatorluğu nasıl büyüdü?
Türkiye dizi ihracatında dünyanın bir numaralı ülkesi. Türkiye’nin dizi pazarı neredeyse tüm dünya… Dolayımsız olarak diziler hikâyeler açısından Türk toplumunun aynası olamaz. Dizilerin ayna olma görevi varsa; bu, Türk yapımı dizileri talep eden ülkelerin tamamının aynası olabilir. Pazara göre tavır almanız şarttır. Tüm toplumları sanatın, romanın, bilgelerin, doğru öğretmenlerin, bilim insanlarının değil, aylakların, en cahillerin, en arsızların dönüştürdüğü dönemdir yaşanan… Sosyal kontrolü (davranışlarım annemi, babamı, kardeşimi, karımı, kocamı, çocuğumu, yakın akrabalarımı, arkadaşlarımı mahcup edebilir düşüncesini…), mahcup olma duygusunu insanların kafasından silip sıyırmak için “mahalle baskısı” sloganını üretenler, bozulmuş insanların oluşturduğu toplumlarda şimdi zaferlerini kutlayabilirler. Birey olabilen “insanlara yakışmaz” davranışlarına ve yaşantılarına karşı söylenen her sözü şiddete bulayarak reddetmek, pasifize etmek için de hastalıklı sloganları vardır. Bunlar, toplumbilimci profesöre “okumuş da adam olamamış” diyecek kadar fütursuz, cehaletlerinden aldıkları güçle cesurdurlar.
Dizi platformlarındaki kısa dizilerin çoğalması alışkanlıklarımızı değiştirecek mi? Türkçenin, diziler yoluyla uğradığı tahribat acı bir durum? Dizilerde örtük olarak sansürü mü tartışıyoruz?
Çikolata ya da televizyon dizisi üretip satarsın. İkisinin ne farkı olabilir? Kurmacalar (sinema olsun, dizi olsun) insanları ve toplumları dönüştürmede etkili… Nerdeyse bütün dünyada, insanların yaşam biçimlerini etkiliyorsunuz. Diziler kısa ya da uzun olmasıyla, ancak izlenme ya da satın alınma talebine yanıt verebilir. Arz talebi doğurur.
Kelebeklerin Çığlığı filminiz dünyanın acılarına tenleriyle karşı koyan tutunamayan kadınların filmi mi?
İnsanı “kadınlar” ve “erkekler” kimliğiyle hiçbir zaman farklı göremem. İnsan dediğim kuşun iki kanadı, kadın ve erkek. İnsana kadın ya da erkek diye bakmak benim doğama, çocukluğuma, gençliğime, eğitimime, yetiştiriliş biçimime aykırı. Dolayımsız olarak filmlerim ve romanlarım da, Kelebeklerin Çığlığı filmi de tutunamayan ya da tutunmasına izin verilmeyen kadınlı erkekli insanların hikâyesi.
Kelebeklerin Çığlığı filmini seyrettikten sonra şöyle mi diyeceğiz? “Asiltürk filmlerinde hiçbir şey göründüğü gibi değildir. İşlediği temalar, anlatım tekniği, sık kullanılan rüya sekansları ve bilinçdışının yönetmeni” olarak nitelendirilmesine neden olmuş ve eserleri daha çok psikanalitik açıdan incelenmiştir. Oğuz Atay’ın Tutunamayanların metinlerarasılığı daha çok bir hesaplaşma, mizah yoluyla geçersiz kılma düzleminde gerçekleşmişti. Tutunamayanlar, aydın sorununun tartışıldığı bir romandı. Yazar, Türk romanında en çok rağbet edilen temalardan biri olan aydın sorununu bilinen kalıpların dışına çıkarak ele almıştı. Romanın karmaşık yapısı, tutunamayan olarak nitelenen Türk aydınının romanda hangi açıdan sorunsallaştırıldığı konusunda bir takım tereddütler oluşmasına yol açmıştı. Özellikle 1980 sonrasında Türkiye’de tartışılmaya başlanan postmodernite çerçevesinde Oğuz Atay imgesinin yeniden tanımlanmaya çalışıldığına tanık olunmaktaydı. Bu yeni algılamada tutunamayan oluş, aydın olmanın bir şartı olarak anlaşılmış; Tutunamayanlar’’da ki ironinin Selim’i ve Turgut’u da kapsadığı fark edilmemişti. Bu filminiz tam da bunu mu anlatıyor, sizin kelebeklerinizin çığlıkları bize neyi anlatıyor?
Albatrosun Yolculuğu, yaklaşımınızla daha fazla örtüşür. Kahramanları, hayatın içindeki hayatı kavrayamamış kişilerdir; naiftirler bu nedenle, hatta saftırlar, en doğru tanımla kandırılmaya müsait, karşılaştıkları duvarların karşısında kendilerini suçlamaya daha yatkındırlar. Duvarları örenleri göremezler. Kelebeklerin Çığlığı filminde, roman yazarı Reşat Boztepe (Altan Akışık) da öyle. Seksen yaşına kadar kirlenmeyi becerememiştir(!). Dünyanın kendi kafasındaki gibi bir yer olduğu yanılgısı içinde çırpınır, ama tutunamaz. Filmin, senaryo aşamasında adı Tutunamayanlar’dı. Bu isim, daha ilk bakışta “galiba Oğuz Atay romanı film oluyor” çağrışımı yapacağı için o ismi etik bulmadım. Filmin çekimleri sırasında Kelebeklerin Çığlığı adını yeğledim. Türk aydını üzerine sabahlara ve akşamlara kadar konuşulabilir, ancak “Ünsal Oskay, İoanna Kuçuradi, Alev Alatlı ve daha birkaç isim dışında kaç Türk aydını var” diye sormalıyız. Sadece bir örnek vereceğim: Türk aydını yetmiş yaşını bulmadan anadili’nin (kaldı ki Türkçe, sayıları üçü geçmeyen pek az anadil’den de biri…) önemini içselleştiremiyor. Gelişmiş ulusların okur-yazar bireyleri anadili’nin önemini lisede kavrar. Bizim okur-yazarlar, yetmişine kadar İngilizce, Arapça, Fransızca hayranıdır. Anadili bilinci ailede edinilir ve iyi ailelerden gelen çocuklar bunu erken yaşlarda edinmiş halde karşınıza gelir. Bir toplumu ne aptallar, ne teröristler, ne kötü yöneticiler, ne iyi niyet taşımayan aydınlar perişan edebilir! Ne ki, toplumları en basit şeyleri, nesneleri, yetkin olmayan insanları, düşünceleri, yemekleri, kıyafetleri, müzikleri, romanları, filmleri, diğer sanat eserlerini(!) beğenen okur-yazar(!) aydın mahvedebilir. Bunu iyi görmek lazım! Beylik bir söz edeceğim: Etki tepkiyi doğurur. Bu diyalektiğin yasaları gereği böyledir. Osmanlı Türk’ü sindirmek istedi, ulus bilinci bulunan Mustafa Kemal doğdu. Kadınlar sindirilince, feminizm radikalleşti. Kürt’ün dilini konuşturmadılar, Kürt keskinleşti. Bunun sonuçlarını bilmeden öyle bir yol izlediklerini düşünmek de ahmaklık. Aydınlar, huzur bozmaya çabalamayacak. Batı aydını öyle yapmaz, onun ulus bilinci gelişmiştir. Umberto Eco ile hayli uzun bir sohbet ettik. Adam, “ben her şeyden önce İtalyan’ım” dedi. Aydın öyle olur. Kafası çalışan, görgülü ve bilgili hiç kimse “ben dünya vatandaşıyım” demez. Çünkü dünyada vatandaşı olunacak öyle bir yer yok! Bir farkla ki; Doğu’daki (Muğla, Aydın, İzmir, Balıkesir, Hindistan, Edirne, Mısır, Arabistan, İran vb. dâhil) insanlar tartışırken bir şeye inanır. Batı’da (Ege Denizinin ötesi) insanlar kuşku duyar, sorgular. İndirgemeci bir bakışla, tüm fark bundan ibarettir. Doğu inanır, Batı sorgular. Bu anlayış, tüm öteki anlayışların da nedenidir.
Sinema üzerine yazdığınız kitapları düşününce, kitaplarınızın filmini ya da dizisini çekmeyi düşünüyor musunuz? Bizim romanlarımız ya da öykülerimiz vasat mı?
Bütün filmlerim edebiyat uyarlamasıdır, ancak senaryosu birçok eserden yararlanılarak yazılmıştır. Bu alanda, en azından Türk sinemasında ilk kez benim yaptığım bir yöntem bu… Daha sonra başka yönetmenler de senaryo yazarken birkaç eserden esinlenmeye başladı. Bütünlüklü olarak çekmeyi tasarladığım tek romanım, şimdilik Ölüyaprak Vuruşu. Abdullah Oğuz, Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanımı film yapmak istedi, ancak sonradan proje kaldı.
Nuri Bilge Ceylan sinemasında taşradaki varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade… Ve neden, nasıl gibi en önemli duraklarından geçen bir yolculuğa çıkarız. Zeki Demirkubuz ise, “Sanatçı sonuç olarak bencil olan, bencil olması gereken biridir, yoksa eserine nasıl yoğunlaşabilir ki?” der. Kafka’nın romanlarında betimlediği ve yeryüzünün birçok yerinde yaşamakta olduğumuz durum tam da budur. İnsanları “taşralı adam” gibi ne özgür ne de değil çizgisine tutsak eden günümüz totaliter, post-kapitalist düzen sahipleri ve onların kapı bekçileri olan hukuk sistemlerinin eyleyenlerinin, iktidarlarını, çağdaş hukukun da dayandığı evrensel değerleri örseleyerek, anlam alanlarını geçersiz veya araçsal kılarak sürdürmek istedikleri açıktır. Bu durumda soru şudur: İnsanlar Kafka’nın kahramanları gibi suçlu mu doğar? Böyle bir sistem dayatması karşısında insanlar nasıl davranmalıdır? Ya da hukukun kapısı önünde bekleyen Josef K.’lar, gerçek anlamda o kapıdan içeri nasıl girmelidir? Sizin kahramanlarınızın adları ne, siz bize anlatır mısınız? Okur ya da seyirci sizin kitaplarınızı neden okusun ya da filmlerinizi neden izlesin, bu konuda siz bize ne söylersiniz?
Bu röportaj salt bu soru üzerine olabilirdi, yani kapsamlı bir soru. Türk sineması deyince, bir açıdan Türkiye’de yapılan tüm filmlerden söz edilmiş olur. İkinci açıdan, dünya sineması içinde üslup açısından ayrıksı bir sinemadan söz ediliyor demektir. Yönetmen için de aynı şey geçerli: “Ömer Kavur sineması” veya “Tarkovski sineması” dendiğinde de bu ölçüt geçerli. Ömer Kavur sineması, bir açıdan Ömer Kavur’un tüm filmlerini karşılar, ikinci olarak Ömer Kavur’un özgün üslubu vurgulanmış olur. Başka yönetmenler üzerine konuşmak can sıkıcı. Neyse! Her ikisi de benim için değerli yönetmenler. Aklıma hemen Mayıs Sıkıntısı (Nuri Bilge Ceylan) ve Üçüncü Sayfa (Zeki Demirkubuz) filmleri geldi. Sevdiğim filmlerdir. Özgün üslubu açısından Zeki Demirkubuz sineması denilebilir. Bütün filmleri kastedilerek de, Nuri Bilge Ceylan sineması denilebilir. Üslup açısındansa Andrey Tarkovski sinemasının izini sürmek başka biçimde adlandırılmalı. Dediğim gibi, bu konuya girersek, 300 sayfalık röportaj olur bu, Nezihe Hanım… 300 sayfalık bir röportaj nerede yayınlanabilir? Kafka özel yazarlar arasında özel bir yazar. Karnavalın Ortasındaki Adam Ünsal Oskay romanında, (Josef’siz) bir K dikkatinizi çekti mi? İnsanın suçlu değil, ama belki günahkâr doğması bir Protestan anlayışı; önüne örülü duvarlara toslayınca kendini suçlayan tutunamamış insanları kafese koymanın bir yolu bu, başka bir şey değil. Romanlarımın ve film kahramanlarımın adları hakkında ancak şu kadarını söyleyeyim: Hiçbiri tesadüfen o adı almış değil…
Senaryo deyince siz bir senarist misiniz? Senaryocular yeterli düzeyde iyi bir okur mu? Ya da iyi bir edebiyatçı mı? Filmlerin ya da kitapların reklamı televizyonda gösterilse, okuru edebiyata da yönlendirse daha iyi olmaz mı? TRT de edebiyat uyarlamaları yapılabilir mi? Senaryo yazmanın da akademide eğitimi var mı? İyi bir sinemacı olmanın bir yolu da senaryo yazmak ve kitap okumak mı?
On bin yıllık bir toplumdan, birkaç iyi senarist dışında senarist çıkmıyor olmasını nasıl açıklayabiliriz? Ben senarist değilim. Senarist, “senaryosu başka yönetmenler tarafından filme alınan yazarlara” denir. Kendi filmlerimin senaryolarını yazmak beni senarist yapmaz! Kimileri kendi filminde biraz oynayınca oyuncu, kendi filminin senaryosunu yazınca senarist, üniversitede dışarıdan ders başı ücretli derse girince akademisyen olduğunu söylüyor. Bu bir bozulma tabi! “İyi senarist kötü edebiyatçı iyi edebiyatçı da iyi senarist midir, bilemem! Eğitim ve öğretimin önemsenmesi eğitim ve öğretim alma imkân bulamayanların canını yaksa da, eğitim ve öğretim her alanda önemli. TRT dönemimde edebiyat uyarlaması kuşlağı yapıldı. Greenaway’ın aksine edebiyat uyarlamasını doğru bulurum. Çünkü büyük yönetmen olmanın yolu da, fazla film izlemekten değil, fazla kitap okumaktan geçer.
Kamera rejisi kavramını ilk sizden duyduk, bunu sinema diliyle bize anlatır mısınız? Zeki Demirbukuz filmlerindeki o karanlık boşlukların olmadığı filmlerin çekimi mi? O çekimlerde yapılan hatalar neler?
Zeki Bey’in yaptığı filme hata diyemeyiz, ancak bir kusur olabilir. Usta yönetmen, kusuru bilerek uygular. Kusursuz olan, televizyon kurmacalarıdır. Her büyük sanat eseri, doğası gereği kusurludur. Sinemada Kamera Rejisi bana ait bir kuram. Avrupa, Türkiye, Avusturalya başta olmak üzere birçok ülkede savundum, hakkında yazılar yazdım, makalesini yayınlattım. 2025’te yayınlanacak kitabı üzerinde de, on iki yıldır çalışıyorum. Kamera Rejisi, kamerayla nesneden nesneye, olaydan olaya, aktörden aktöre yaratıcı bir rejiyle yönelmektir. Böylece uzaysal zamandan filmsel zaman, uzaysal mekânlardan filmsel mekânlar yaratılabilir. Kamera Rejisi mutlak yaratıcılığa dayalıdır. Bu kuram, takip kamerasını, tiyatrovari sahneleri, fotografik görüntüleri devre dışı bırakır. Özeti bu, ancak içeriğini bir kitapla anlatılabilirsiniz.
Artık edebiyatta da, sinemada da kavramları değiştirmenin zamanı mı geldi? Örneğin öykü, roman, novella, anlatı, şiir tek bir kitapta bulunabiliyor. Yayınevleri bu kitabı basarken serbest çağrışım mı yazacak? Ya da modernist ve postmodernist romanı nasıl ayırt edecek? Mesela Don Kişot modernist dönemde postmodern olarak mı yazıldı? Öykü kitapları da anlatıya mı dönüştü? Novella’lar (Taş, Makas, Kâğıt) ya da öykü kitapları birleştirilerek senaryoya mı dönüştü?
Her değişimin iyi olduğu illüzyonu yaratıldı. Niçin “artık” diyorsunuz? Anlamak mümkün değil! Roman yazarı ya da yönetmen; bir öyküyü, romanı, novellayı (tümü anlatı), şiiri öteden beri bir tek eserde buluşturur, bu dünkü olay değil. Postmodernizin kendisi çetrefilli bir kavramdır. İddialı laflar etmeden bir süre sabırla beklemek gerek. Postmodernist sinema üzerine sadece Türkiye’de onlarca makale var, ne ki postmodernist bir film henüz yok.
Şiirsel sinemanızın nedeni sinemanın artık geldiği yere bir başkaldırı mı? İnsan hakikatinin anlatımı olarak ortaya çıkan bu ülke insanına yönelen kötü filmlere bir tiksinme mi? İnsanı hiçe indirgeyip, onun çelişkilerine odaklanmak gibi bir “yüce” ye (şiirsel) yaslanmak mı? Türkiye’nin kurucu idealinin bir parçası olan topluma yönelen aydın anlatısına dönüştürmenin örneği mi? Ya da Gerçeği güçlü bir biçimde gösterdiği için değil, sinemayı bir inkâr düzeneği olarak kullanmanın bir biçimi mi? Kelebeklerin Çığlığı filminiz gösterime ne zaman girecek? Cannes Film festivaline gönderecek misiniz?
Şiirsel sinemanın geçmişi çok eskilere dayanır. Dünyanın son günü nasıl ki şiir yazılacaksa, şiirsel filmler yine o zaman da olacak. “Kötü filmler” kavramını kullanmak. Çünkü sinemanın ticari ya da sanatsal yönlerini kıyaslamam. Dediğiniz yoldan; insanı bir hiçe indirgeyerek onun çelişkilerine odaklanmak gibi yüce bir yaklaşım içinde olduğumu gizlemek etik değil. Bu benim doğam ya da kendiliğindenliğimdir. Ben böyleyim, başkaları öyle. Aydın kavramı mı, aman Tanrı’m! İnsan kendisi için aydın kavramını kullanır mı? Bu kullanacağım bir kavram değil. Hareket eden fotoğraflar devri geçen yüzyılın başında kaldı. Sinema, hikâye anlatmak için gerçeği değil, gerçekliği kurmak ya da bir anlatıyı oluşturmak için var. Sinema, hikâye anlatmak için var. Kelebeklerin Çığlığı filmini Cannes Film Festivaline de göndermeyi istiyordum kurguda takıldık yetişmedi. Ki bu filmi herhangi bir festivale göndermek amacıyla yapmadım. Film yaptım, festivale göndermeliyiz. Aralık ya da Ocak sularında gösterime girer.
TRT yıllarınızda olduğu gibi edebiyat uyarlamalarını senaryolaştırmak isteseniz hangi kitabı uyarlardınız? Aşkı Memnu kitabı uyarlandığında kitabı çıkmış dediler, Yaprak Dökümü yine dizisi sayesinde okundu. Televizyonun bu yönden yararı olabilir mi? Okuma kültürü televizyonla kazanılabilir mi? Nitelikli uygulamalar yapılabilir mi?
On kadar edebiyat uyarlaması çekecektim TRT için. Sonra işler karıştı, proje halinde kaldı. Aşkı Memnu dizisinden sonra “Aşkı Memnu kitabı çıkmış” gibi haberlerin bir önemi yok! Bu haberler kimi zaman reklam olsun diye kasıtlı ortaya atılır kimi zaman şaka yollu ileri sürülür. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanını televizyon dizisi olarak çekmek istedim TRT’de çalışırken. Romanı drama müdürüne götürdüm. Elinde şöyle bir tarttı, “çok kalın” dedi. Benim yapacağım tek edebiyat eseri Ölüyaprak Vuruşu olabilir.
Yazdığımızı bir sanat niteliğine büründüren şey aslında yazarın bizzat ona koyduğu ölçütler, onun değerlendirmeleridir, kendi yazdığının değerlendirmesidir. O zaman iyi yazmak, bin kelimeden yüz kelime mi çıkarmak? İyi bir yazar kendini sürekli tartar mı? Edebiyat dünyasındaki ağırlığınızı siz nasıl tarttınız?
Ciddiye alınabilecek bir roman yazmak isteyen, tüm dünya edebiyatının kalburüstü eserlerini çocukluktan itibaren okumuş olmalı. Otuzlu yaşlara gelmeden bu eserleri devirmemiş birinin büyük bir roman yazması neredeyse imkânsızdır, çünkü bir roman yazmak iç-dökme olamaz. Herkesin kendi hayatını bir roman olarak yazma isteği be tuhaf! Zaten artık alaya alınıyorlar. Koca koca okur-yazar kişiler, “kendi hayatımı roman olarak yazacağım” der. Hiç kimse “100 metreyi 9.8’in altına düşüreceğim” demez, çünkü 100 metreyi o kadar sürede koşmak ölçülebilir. Romanların niteliği ölçülemez mi? Elbette ölçülebilir. Bunun ölçütü nedir? Kaliteli insanlar ölçüt oluşturur. “Hayatımı yazsam belki roman olur” düşüncesi, belkiye bağlı. Bu belkiye bel bağlanamaz. Okuma kültürüne televizyonun katkısı olur mu, okuma alışkanlığı nasıl kazanılır? Hiç bilmiyorum… İnsan eşek değilse kitap okur, roman okur, şiir okur, kaliteli müzik dinler. Eşek oğlu eşekse kitap okumaz. Siz kitap okuyan hiç eşek gördünüz mü? Böyle bir şey göremezsiniz, çünkü eşekler kitap okumaz. Sadece eşeklerin gözleri hayli güzeldir.
Yazmaya başladığında sahibi olduğu umudu yitiren yazarları düşünelim… Yazar yazmaya başladığında iyi bir yazar olmadığını anlar mı? Ya da neren itibaren anlamaya başlar. Kendi yazdıklarıyla sorun yaşayan yazarları hiç dinlediniz mi? Yazar içinde bir yandan da bir tür eleştirmeni yetiştirmeli mi, kendi yazdığını denetlemeli midir? Sizin yazdıklarınızı denetleyen birileri var mı?
Yazmak için nasıl bir umuda ihtiyaç vardır? Para kazanma umudu mu? Ünlü olma umudu mu? İtibar görme umudu mu? Hiçbiri umurumda değil. Ben peygambervari bir tutumla yazıyorum. Adeta bir görev verilmiş! Çarmıha gerilmeyi göze almışsınız! Bunun yanında para ne, şöhret ne, ama itibar yine de biraz masum. Sorunuzun ikinci kısmı ise harika! Gerçekten bir roman yazarı olmadığı bilincini taşıyan zaten roman yazmaya kalkışmaz. Tuhaf olan ne? İnsanın herhangi bir işin hangi evresinde bulunduğunu bilememesi tuhaf! Kalburüstü romanları okumadan roman yazmak zaman kaybı değil mi? Kendi yazdıklarımızla niçin sorun yaşayayım, yazarken tüm irade bende değil mi? Akılcı ve bilinçli insan yazdıklarından dolayı başına daha sonra ne gelecekse, ona katlanır. Katlanamayacağı şeyi yazmamak kendine sansür (oto-sansür) uygulamak değil mi? Tabii, kendine sansür uygulamak ne kadar riyakârlıksa, ilgi çekmek için topluma, kurallara, büyük insanlığın yararına geleneklerine, huzuruna karşı aykırı tutum içinde yazma planları yapmak da bir o kadar riyakârlık gibime gelir. Bu etik özdenetim içinde, benim en güvendiğim eleştirmenim Cengis Asiltürk’tür.
Sanat eseri sorulara cevap vermez, yenilerini tetikler, eserin özündeki anlam çelişkili yanıtların arasındaki geriliminde yatar. Yeni kitabınız Karnavalın Ortasındaki Adam Ünsal Oskay romanı neyin tetiklenmesi ile oluştu, bu roman yeni kitabınızda neyi tetikleyecek, sırada ne var?
Karnavalın Ortasındaki Adam Ünsal Oskay romanını yazma düşüncesi, Ünsal Hoca ile konuştuğum ve paylaşımlarda bulunduğum dönemde zihnimde oluşmaktaydı. On üç on dört yıl kadar uzun bir sürede yazdım. Şimdilerde kardeşim Baki Ayhan Asiltürk’ün önerisiyle Kelimelerin Efendisi Kaşgarlı Mahmut romanını yazıyorum. Bu romanı yazmaya iki yıl önce başladım.
Çok detay var kitapta, doğumdan ölüme giden bir süreç var, gündelik hayatınızın da eklendiğini düşününce, hafızanıza güvenerek mi yazdınız bunları, hafızanızın kuyusu mu açıldı, birbiri tetikleyen şu da var deyip, kuyudan sürekli bir şey çeker gibi mi yazdınız?
Karnavalın Ortasındaki Adam Ünsal Oskay romanını yazmak için 1700 küsur sayfa doküman toplamıştım. Bunu, biyografik bir roman olarak yazmayı düşünüyordum. Allahtan bu düşünceden çabuk vazgeçtim. Kendi stilimde bir roman yazdım ve Ünsal Hoca’yı tüm yaşantısıyla bu romana başkahraman olarak davet ettim. Ünsal Oskay, romanlarımdaki en genç başkahramandır. Diğer romanlardaki kahramanlar epey uzun yaşıyor. İlk kez bir roman kahramanım öldü. İnsanların ölmesini de, yaşlanmasını da sevmiyorum.
Türkiye’nin her yönüyle değişimi 1980’den sonra tüketime başlamasıyla mı oldu? 1980’lerin ikinci yarısında Türkiye tutumluluktan tüketim toplumuna geçti, temelde değişimi orada yaşadık her anlamda. Tüketebilme kabiliyetinin bir üstünlük olduğu bir döneme geçtik toplumsal olarak en ağır zararı veren şeyler oldu. Tersine dönen bir yaşama biçimi, tüketebildiğin kadar varsın, tüketmek de gösteri toplumu ile alakalı bir yaşam biçimine dönüştü. İşte tam bu yüzden mi bunu mu işaret ederek İletişimin AB0C.si adlı kitabın yazarı Ünsal Oskay’ı yazdınız?
Özetle; tüketime dayalı yaşayan ve tükettiği kadar kendini iyi hisseden, hedonist, eğlence düşkünü ve üretmeyen kişiler, maymunmuş gibi görünüyor bana. Ülkemizin tüketim toplumuna dönüşmesini siz zaten yukarıda açıkladınız. Ünsal Hoca’yı başkahraman olarak tasarlamam, onun zaten bir roman kahramanı gibi yaşamasıdır.
Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanındaki evrensel kozmik yasanın, insanın yalnız fizik değil, ruhsal davranışlarına kadar işlemek üzere maddeden kaynaklandığıdır. Bu yasalar, insanın canlı karakterine rağmen yine de ancak bir madde olan fizik varlığında hüküm sürmekle kalmıyor; bu maddesel yasalar, insan düşüncesinin daha soyut ve daha ele avuca sığmaz bir alanında da yankılar yaratmaktadır. İşte şaşırtıcı olan da budur ve bize yaratılışın özüne ne denli uçsuz bucaksız ne denli kusursuz olduğunu doğanın da tabulaştırılmasının bir nedeni de belki bu, insan öncesi, ötesi her şeyi güzelleştirirken, insan tabiatının arkasında örümcek ağına yakalanmış bir kötürüme mi dönüşüyor? Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanında zaman meselesi olmayan nedir?
Zaman, gerçek, varoluş, yokoluş, yaşam, büyük insanlık çocukluğumdan beri benim sorunsallarım. Romanlarım bunlar üzerine kurulu. Bu roman Çetin Altan’a göre on beş yaşındaki bir dâhi tarafından yazılmıştır. Ünsal Oskay’a göre ise, Das Kapital’in romanıdır. Önder Paker ve Rıfat Çölkesen için bütün bir edebiyat tarihinin en önemli üç romanından biri. Çetin Öner’e göre kıyamet günü eğretilemesidir. Bu, bir büyük yaşantılar, evrilmeler, tutkular, sorgulamalar, devrimler romanıdır. İnsan ve düş, insan ve gerçek, insan ve özgürlük, insan ve zaman, en nihayet yaşantıları içinde tutan geçmiş zamanın üzerindeki sır kabuğunun açılması. Sırlanmış Zamanın Gölgesinde bütün bir insanlığın romanıdır. Coğrafyalar farklı olabilir, ama insanların hikâyeleri aynı hikâyeler.
18. ve 19. yüzyılda yazılan geleneklerden hiçbiri bize kalmamış gelenekler ve yaşama biçimimizden yüzyılda yok olmuş yaşama biçimi. Bu yüzyılda da benim yaşama biçimim yok olacak, Suret gibi bir kitap yazmalıyım diye mi düşündünüz, tarihe bir not düşeyim belki ileride bir bakan olur mu dediniz?
Suret, uzun yıllara dayanan araştırmalardan sonra yazılan, daha doğrusu yazarken sürekli araştırmalar yaptığım bir roman. İnsanın en kolay kaybettiği hazinesi, geçmiş zamanda kalmaya yazgılı, üstelik kaydı da bulunmayan hayatlardır. Değişim her zaman doğru, gerekli, yararlı değilse de toplumsal değişim kaçınılmazdır. Bunları o büyük insanlığa yeniden yaşatmak istiyorum. Her romanımda insanları hikâye evrenlerine sokmak isterim. Okuyucular orada onları yaşasınlar, farklı bir zamanda dolaşsınlar. Öğretme amacım yok, ama birçok bilgi hikâyeler içinden geçerek zihinlerde zaten yer eder.
Bir yazınızda, “eğer bir romanı okuma sürecinizde su gibi akıp gidiyorsa; sizi durdurmuyor, düşündürmüyor, siz onu okurken farkında varmadan hayale dalmanıza sebep olmuyorsa, sürece dâhil olmanızı ya da katılmanızı, okurken onu yeniden ve yeniden yaratmanızı sağlayamıyorsa, o roman mutlaka soft içi boş bir kâğıt yığınıdır” diyorsunuz. Roland Barthes’a göre metni var eden okurudur. Çünkü her metin bir üründür ve bu ürün okur tarafından deneyimlenir. Metnin yapısını üreten yazar değil, okurdur… İyi bir okur musunuz? Başkasının yazdığı bir romanı hiç değerlendirdiniz mi? İyi bir okur sadece okuyan mıdır?
Hayır, efendim; metni var eden, yazarıdır. Roland Barthes’ın bu sözleri sadece söylenmemişi söyleme atağı, küçük bir buluş, ışıltılı da ama fazla abartıldı. Entelektüel, yeterince okuyan, akıllı insan, bunu kendiliğinden bilir. Tüm büyük sanat yapıtları; izleyicileri (tiyatro, ortaoyunu, film, opera, bale), sergiye gelenleri (resim, fotoğraf, heykel), dinleyicileri (müzik, destan, masal, hikâye), okurları (hikâye, roman, şiir) yaratım sürecine on bin yıllardır dâhil eder. Nitelikli eser örtülüdür, açık uçludur. Kapalı eserde her şey söylenir, bir televizyon kurmacasındaki gibi… Sonuç olarak metni daima yazar üretir. Okuyucularını yaratım sürecine dâhil etmek için, bilerek kimi boşluklar bırakır. Okuyucu da o boşlukları doldururken, yaratım sürecine dâhil olur. Okuyucunun metne girmesini yazarın kendisi sağlar, niteliksiz metinlerde okuyucu olan nasılsa onu öyle görür ve alımlar onun yaratım sürecine girmesinin önüne engel konulmuştur. Bunlar niteliksiz heykel için de, film için de, roman için de, bütün sanat alanları için de geçerli. Benim okurluğuma gelince! Bazen şaka yollu, “dünyanın en çok kitap okuyan insanı her halde benim” diyorum. Bu doğru olabilir. Okumaya, izlemeye, görmeye değmez işi çabuk fark ederim. Eğer Walter Benjamin okumuşsanız, Görme Biçimleri size hafif gelecektir. Bu kitabı okuyup bitirmenize gerek yoktur. İyi okuyucu salt okuyan kişi değildir. İyi okuyucu, önemli bir kitabı okurken yanında sözlük vardır, kitabı bitirme kaygısı taşımaz, kitabı okurken kimi notlar alır, önemli satırların altını çizer, hızlı okumaz. Günde 300 sayfa kadar okuyorum, yani yukarıda durmadan “300 sayfa, 300 sayfa” dememin nedeni de buraya bir göndermedir.
“Sanat eseri gerçeğin koridorlarını, edebiyat ise o gerçekliğin labirentlerini arşınlar. Yazının ve metnin açtığı tüm koridorlar hep yeniden üretilen hakikatin dilde yitişinin bir kaydı olacaktır. Bu kayıt insanın varoluşunun kaydıdır. Yazar metni aracılığıyla hem kendisinin hem de ötekinin kaydını tutar. İnsanı en çok belirleyen şey belleğinin ara yüzleridir. Edebiyat bu belleğin düşsel olanla yoğrulduğu temel bileşenidir. Düşsel olan düşünsel olanla birleşince ortaya hakikatin kılık değiştirmiş halleri çıkacaktır. Metnin odağında bu dönüşüm vardır. Bu dönüşüm hem metni hem de edebiyatı gerek toplumsal gerek bireysel bir serüven haline getirir. Serüven dinmez bir yolculuktur. Hazzın doruklarında gezinen okur da estetikle buluşur. Ancak edebiyat estetiğini, diğer estetik türlerinden ayıran onun bir anlatı oluşudur. Bir anlatıda ele alınan olay her zaman için eylemler arası bir mantığı ve karakterler arası bir sentaksı içerir. Bu durum da sanatta intihal hep var olacaktır. Bu konu hakkında neler söylersiniz? Bir yerde bir cümlenizle karşılaştığınız oluyor mu? Aaaa bunu ben yazdım bu bir intihal dediniz mi hiç?
İntihal yüz kızartıcı suç olsa, yasa da peşinden koşsa yine de intihalciye caydırıcı bir müeyyide uygulanmıyor. İntihalin önlenebilmesi için, insanı mahcubiyet duyacak, intihale tenezzül etmeyecek bir benlikte yetiştirmek gerekir. İntihale açık olmanın nedeni para kazanma, kariyer yapma, ünlü olma, umursanma hırsı. Bilmiyorum, bu kişilik bozukluğu nasıl ortadan kaldırılabilir, her alanda? Etik, çok boyutlu kavram. İçine hangi anlamların konulacağı bazen özneldir. Örneğin dünyanın herhangi bir yerinde sadece bir tek insan bile ötekiler kadar iyi eğitim alamıyor, beslenemiyor, giyinemiyor, eğlenemiyor ve ötekilerin sahip olduğu temel gereksinimleri karşılayacak maddi güce sahip değilse, tüm bunlardan mahrum bırakılıyorsa bu etik açıdan insani bulunabilir mi? “Gördüğüm, okuduğum, duyduğum her şey bana ait sayılır. Ben bunları kendiminmiş gibi kullanırım” diyebilenler varken! Varlar…
Muleta–Kırmızılı Orfel romanındaki başkahramanınız Günay, içindeki boşluğa ve hatalarının ağırlığına daha fazla dayanamayarak evden uzaklaşabileceği uzun bir yolculuğa çıkar; tıpkı Albatrosun Yolculuğu filminizdeki Şair karakteri gibi… Yolda karsılaştığı her yeni yüzle yeni bir hikâyenin de kahramanı olur. Bu ilişkiler üzerinden kendini sorgulamaya başlar. “Hayat iğrenç! Rezil! İşte bu rezilliğin sürmesini sağlayanlardan biri de benim. Bir cellât gibi saldırdım herkese; yanıma 176 (yüz yetmiş altı) erkek aldım. Bu dünyayla işimin bittiğini anladığım gün, hepsine telefon edeceğim” diyen kahramanımız Günay’a, “Tüket, Eskit, Kirlet, At, Düşünme, Aldat, Yat: TEKADAY” diyen en yakın arkadaşlarıyla birlikte yalnız bu kaçışı umduğu gibi sonuçlanmayacaktır. Macera aramak için çıkılan yolculuk farklı karakterler üzerinden insan denen varlığın sandığı kadar basit olmadığını ona gösterecektir. Kendine ulaşmaya çalışırken dünyadaki her şey, zihninde biraz daha yerli yerine oturur. Günay Diker geleneksel düşünceleri ve toplumun değer yargılarını kabullenmeyen, kişinin kendi doğrularına göre yaşaması gerektiğini savunan, felsefi tartışmalardan hoşlanan, cazibesiyle insanları etkileyebilen bir kadındır. Özgürlüğünü korumayı kendisi için tek görevi olarak görmektedir. Evlilik ve ona eşlik eden kıskançlık duygusunun onun ruhunu tutsak edeceğini mi düşünmektedir? Bu konuda siz ne dersiniz?
Muleta–Kırmızılı Orfel adlı romanın sonunda; Temur, uzun yıllar sonra evinde ağırladığı Günay’ı gece yarısı kapıdan uğurlarken; Günay merdivenlere yönelir. Temur, ona “asansörle inseydin” der. Tabi ki bir de insani özgürlük ile eğitimsiz hayvansı davranışları konuşmak gerekir. Evlilik ne kötülenecek ne de yüceltilecek bir kurum. Bir tane yaşam biçimi olduğunu savunmak tuhaf olmaz mı? Eşini, sevgilisini ölçülü biçimde karşı cinsten kıskananı, sınırlı bir oranda anlayışla karşılarım, ama esasında üstü örtülü, sizin başarınızın kıskanılması ne kadar nahoş!
Bir söyleşinizde ise; “feminizm arkasına güçlü bir rüzgâr almıştı (ülkemizde 1990’larda); umutlanmış, bunu büyük insanlığın kurtuluşu yolunda önemli bir merhale saymıştık. Radikal feministler, “aşırılık devrimin özünde vardır” ilkesi doğrultusunda işi hayli tatsızlaştırsa da; salt feminist olmayı insanın erdemi saymıştım, hâlâ bu yoldayım. Ancak… Bugün tüm dünyaya hükmeden sosyo-ekonomik sistem öyle bir karşı fırtına başlattı ki, kendi mülkiyetindeki kadınların dışına ittiği (öteki kadınları) cinsel obje haline getirirken sınır tanımadı. Şimdi dünyada birer cinsel oyuncak haline getirdikleri ya da bir ön ölümle medya tarlasına attıkları kadınların cesetleri üzerinde tepiniyorlar… Milyonlarca sperm arasından doğma fırsatı bulmuş ve şu güzelim Maviküre üzerinde bir defacık (iyi kötü bir hayat) yaşayacak insanı (din, ırk, milliyet gibi bahanelerle) öldürmeyin. Bırakın bir defacık yaşasın… Bütün bunların, üç kişilik beş kişilik yaşamak isteyen hedonistlerin tezgâhı olduğunu bilmiyor muyuz” diyorsunuz. Muleta romanınız bu düşüncenizden mi doğdu?
Bir anlatı evrenidir her roman. Buna benzer birçok anlam yaratılmasına kapı açar. Muleta romanı hakkında sorunuzun içinde yazdıklarınız bu anlamların özel ayrıntısı.
Ölüyaprak Vuruşu romanınızda: İki taraf da tutkuyla severken; taraflardan biri, “bu aşk tükenmeden kalsın, tavsamadan anılarda yaşasın; çevremizdeki tutkuyla seven çiftler ilişki uzadığında, nişanlandıklarında ya da evlendiklerinde birbirlerine kaba davranıyor, birbirini kırıyor, birbirini üzüyor, birbirlerinin gözünde değersizleşiyorlar, ama biz hayatımız boyunca birbirimizi hep bugünkü kadar saygıyla, sevgiyle, değerle, aşkla anımsayalım. Mazimiz ve gençliğimiz bizim için bir aşk hazinesi olsun” düşüncesiyle terk edip gidiyor. Romanda, sevgilinin işte bu gidiş eylemine ölüyaprak vuruşu deniyor. Böylesine güzel bir anlatımla yazarken; “ben bunları yazdım, siz ne alımlarsınız, ne alırsınız, yeter ki yazılanlarla zihniniz kurcalansın” mı dediniz. 21. yüzyıl insanının en büyük ihtiyacı edebiyatçının ya da edebiyatla birlikte siyasetçinin, onun, bunun, öğretmenin, akademisyenin, yayıncının, okurun, editörün, yönetmenin, parmak sallayan insan olmaması gerekir. 21. yüzyılın insanı, “evet, bu eseri okurken zihnim kurcalandı, bu kötü bir şey değil, zihnim kurcalandığı için okunmamış kitap bırakmayıp daha fazla roman okumalıyım. Simgelerin birkaç anlamı var kurcalamalıyım. Sorgulamalıyım kendimi, ben ne biliyorum. Kadını, hayatı, erkeği, sorgula, sorgula, sorgula” demek için mi yazıldı?
Ölüyaprak Vuruşu bunları kapsasa bile salt bunları söylemez. Bu roman fonunda bir dönemi anlatır. Bir aşk hikâyesinin ardında, bir ülkenin ekonomik, toplumsal, etik, düzey açılarından çöküşünü gözler önüne serer. Güneyli Ailesi gibi birçok aile, darmadağınık oldu malum dönemde. Ölüyaprak Vuruşu, bir toplumsal sorgulama romanıdır. Saflığın, temiz toplumun, asaletin, paylaşımın, insan ilişkilerinin, komşuluğun, soyluluğun, çöküşün ardından hüzünlü bakışların romanıdır! Bütün bunların temsili olarak aşkın kirlenmemesini ister, Özgür Güneyli’yi tam zamanında terk edip giden Eylül Kümülül.
“Yayınevi kitabın satılmasını, siz ise okunmasını ölçüt alırsınız haklı olarak. Yayınevlerim hep mutlu oldu, ben hep mutlu edildim” diyorsunuz. Mutsuz yayınevi var mı? Yayınevlerine haftada yüzlerce dosya geliyor, üretim artıyor. Bu başka bir hikâye mi? İletişim yazarlarının “sen çok değerlisin” deyişleri nedeniyle oluşan “ben de yazarım” deyip yazıyor “dosyam ilişiktedir” diye selam bile vermiyor, her beş kişiden üçü şair, “okul müfredatında çocuklar ve gençler hiçbir şey öğrenemiyor? Bu müfredatla hiçbir şey öğrenilmez” diyenler de var. “Edebiyatı bugünden başlayarak öğrenmeliler, eğer çocuklar edebiyatı severse zaten geçmişi severler” diyenler de cabası… Bu konularda neler söylersiniz. Öğrencilerinize sinemayı öğrenmek için edebiyatı da öğretiyor musunuz? Ya da birlikte film çekiyor ya da roman okuyor musunuz?
Yayınevleri ticari kuruluşlar. Kitabın satılmasını gözetmeleri son derece doğaldır. Bende olan ne varsa, öğrencilere onu veriyorum. Her dönem olmasa da, öğrencilerle birlikte dört beş tane uzun metrajlı film çektik. Bunların montajını bile yapmadık. Amacım bir set ortamını onlara yaşatmaktı.
“İnsanın bulunduğu her yerde, oluşmaya hazır hikâye nüvesi vardır. Artık bir anlatıcı gelir, onu harekete geçirir” diyerek iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunuzu söylüyorsunuz ancak, bilinçaltında yatan vicdanın veya suçluluğun sesini görmezden gelemeyen Dostoyevski, insanın en aşağı hislerine tercüman olur, onları yargılamaz. Açık bir yüreklilikle karakterlerini kucaklar, bizlere de zihinsel olarak yıpranmış ateşler içinde yanan bu karakterleri anlama, kabullenme ve içselleştirme yolunu açar. Sonuçta Dostoyevski’nin insanları; varoluşunu, hayatının anlamını arayan ve bu yolla para, aşk, suç peşinde koşan ancak bunlardan çok daha fazlasını bulan karakterlerdir. Aşırılıklar içinde sınırlarını zorlayan kahramanlar… Siz roman kahramanlarınızı bize nasıl anlatırsınız?
Onlara karşı mesafem eşit… Esasen, onlar kendi yazgılarını tayin ediyor. Her biri nasılsa, öyle olmayı seçti. Ben onları anlamaya çabalıyorum yazarken. Romanlarımın kahramanlarını çeşitli ortamlarda anlattım. Bu konuda bir kitap yazacağım ama şimdi bu fikri biri buradan intihal edip ele geçirdi bile. “Hem NOBEL’in hem OSCAR’ın takdim edildiği ilk kişi olmak benim idealim” diyorsunuz bir yerde, ertesi gün şımarığın biri boyalı basında kendi fikriymiş gibi bunu duyuruyor. Yetmiş yaşında yazar(!), sizin fikrinizi kendi fikri gibi mahcup olmadan çeşitli ortamlarda dillendiriyor. Tuhaf bir çağ!
Çağın yeni gotik tarzı öyküler çağı… Bilimsel buluşlar, siprütüalizme duyulan inanılmaz ilgi, eğitimin dokunuşuyla yıkılan dini inançlar, melodrama ve doğaüstü olaylara susamış bir toplum kitap okuyanların ve çıkaranların sayısında hızlı bir artış ve bu insanların loş ışık altında hayalet öyküleri okuma arzusu ve sevgisi bilinmeyenin çekiciliğini içine alan toplumsal bir tutkuya mı dönüştü?
Doğrusu bütün bunlara mesafeliyim. İnsanın o içi bomboş, sloganlardan ibaret, hiç kitap okumayanların yazdığı apaçık görünen eserleri(!) kitap haline getirmesi beni ürkütüyor. Fütursuzluk. İçinde yaşadıkları topluma benziyorlar…
Gotik yazının ilk örneklerine 18.yy ikinci yarısında popüler bir tür olarak rastlıyoruz. Fransız devrimi gibi toplumsal değişikliklerin ve kötü sosyal hareketlerin yaşandığı bir dönemdi. Yazında korkunç hayaletler, gizemli şatolar, doğaüstü ve şeytani güçler tutku ve şehvetin aşırılıkları ile dolu bir anlatımın ortaya çıkması, aydınlanmayı ret edip, Ortaçağın karanlık ve batıl inançlarına dönüş olarak görebilirsek o devirde çıkan gotik yazına baktığımızda değişime direnme ve muhafazakârlık olarak görüldü. Bizde de bu durum aynı mı? Radikalleşme isteği mi bu?
Değişim insanlığı ışığa çıkartabilir, yozlaştırıp bataklığa da saplayabilir. Geleneğinden kopuk hiçbir ileri çıkış sağlıklı sonuç vermez. Bu talihsizlik bugün de yaşanıyor. Muhafaza edilecek değeriniz varsa, onu muhafaza edersiniz. İşlevini tamamlamış, istenmeyen, ayağa dolaşan şeyleri de tepeleyip geçersiniz. Bütün bunları yapmak için insanlık olarak, bilgi birikimine, bilimsel bilgiye, ölçmeye, değerlendirmeye, analize, diyalektik düşünceye, analize, sezgiye, akla, mantığa gereksinim var.
Gotiğin kabaca tanımı dışlanmış karakter, laneti mekânlar, çözülmesi gereken bir gizem, korku hissiyatı verecek olay örgüsü ve feminen bir uslup gotik hemen hemen her edebi türün içinde yer bulabilir ve genellikle girdiği eserde baskın tür olarak kendini gösterir. İçine kötücül her şeyin doldurulduğu bir parfüm şişesi, açarsanız kalın bir sis tabakası halinde etrafa yayılır, merkezine çeker. “Ben bir insanım, lanet olsun hayatımın bir değeri var” demek için ne yapmak lazım, akademisyenler bunun farkında mı?
Büyük insanlığın bir Samuel Beckett değilse de bir Godot beklediği çok doğru. Akademisyenler bunun farkında değilse, kim farkında olacak? Elbet farkındalar, büyük yozlaşmanın. İnsanlıktan umudun kesilmemesi gerektiğini büyük insanlık tarihi gösteriyor. Yılgınlığa, yozlaşmaya, çok aşağılarda bir yerlerde eşitlenmeye karşı düşünülüyor, tartışılıyor, konuşuluyor, yazılıyor. Sinema özelinden yaklaşılabilir. Eğer izlediğiniz filmde çekimler üç beş saniyede bir kesme (cut) ile değişiyorsa, görüntü çerçevesi (kadraj) sürekli titriyorsa, gerekmeyen yerde ayrıntı çekimler varsa, kamera altlıkları yersiz kullanılıyorsa, oyuncuların görüntüleri büyük büyükse, her görüntünün altında müzik varsa, oyuncular karşı tarafın repliğinin bitmesini gergin ve heyecanla bekleyip, o replik biter bitmez, düşünmeden kendi repliğini yapıştırıyorsa, kostümler yeniyse, genel ölçeklerin süresi kısaysa, sürekli açı-karşıaçı kurgu yapılıyorsa… Bu izlediğiniz televizyon kurmacasıdır, bir sinema filmi değil. Karşı açıya geçelim. Kadrajların geniş, çekimlerin algılı açısından yeterli uzunlukta olduğu, kameranın insan gözünün görme biçimini taklit ettiği, oyuncuların karşıdaki oyuncuyu anlayıp mimikle bunu gösterdikten sonra konuştuğu, konuşmak için acele etmediği, kamera altlıklarının ve ayrıntı çekimin yerli yerinde kullanıldığı, kostümlerin aktörlerin günlük kıyafeti gibi üzerlerine oturduğu, müzik yerine daha fazla atmosfer seslerinden yararlanıldığı, gerektiğinde kamera rejisi üslubu kullanıldığı için bir filmden sıkılıyorsanız; henüz sinema filmi izlemeye hazır hale gelememişsiniz demektir. Kendinizi biraz daha zorlamalı, biraz daha eğitmelisiniz… Salgın (Pandemi) süreci insanları hayli hırpalamış görünüyor! Evlere kapanıp küçük ekrandan televizyon kurmacası izlemeye alışan insana, sinema filminin gerçekte ne olduğu şimdi nasıl anlatılacak?
Prof. Dr. Baki Asiltürk, şiirin kolay anlaşılır olmaması gerektiğini savunuyor: “çünkü insanın kolay anlaşılır olmadığını biliyoruz. Küre sele kapılma ekseninde dönüyor da olsa, tarih vardır, her zaman da var olacaktır. Şu anda bile bir tarih yaşanmakta, yazılmaktadır. Birikimsizliğin, tarihsizliğin çoraklık ve çarpıklık olduğu, Türk ve dünya şiirinin birikimini içselleştirememiş şiirin modern olamayacağı, modernist olabilme şansını yakalayamayacağı inancındayız. Bizce, modern olmanın yolu gelenekseli özümsemekten, modernist olabilmekse var olanı dönüştürmekten geçer” diyor, şairlik ve şiir hakkında, siz neler söylersiniz?
Görüşlerinden daima yararlandığım, kafasının içi ışıklı bir adam, Baki Asiltürk. Buradaki savı dosdoğru… Akıl, bilim, bilgi süzgecinden geçirilmiş. Bu sözler özelde sinema, genelde sanat için geçerli, hep geçerli olacak.
Yazma rutininiz nasıl? Gece yazmanızın sebebi sessizlik mi? Sabah erken kalkmak çok büyük bir eziyet bu çok zor bir şey benim için diyenlerden misiniz?
Okumak, araştırmak, film izlemek ya da yazmak için ayrıca bir zaman ayırmama gerek kalmıyor çünkü bu benim hayatımın ta kendisi. Sadece günlük rutinlere ya da bazen eğlenceye zaman ayırırım. Bedenim izin verdiği sürece niçin uyuyayım? İnsanlar şanslı gecelerinde rüya görebilir, bunun dışında uyku insanın ölüm halidir; uyandığım an yaşam aşkı doluyum. İşte yeni bir gün daha! Uyandığında gergin olan insanları anlayamıyorum.
Şehirleri anlatan bir eser yazmak ister misiniz? Sizin dilinizden bir şehri tanımak istesek, hangi şehri yazardınız, mavi şehrinizi mi? Yağmur şehrinizi mi? Şehirler şehrinizi mi?
Benim tüm eserlerim kentsoylu insanların dünyası. Romanlarımın ya da filmlerimin sadece bir kısmı köyde, kasabada, ilçede geçebilir. Diğer mekânlar kenttir. Sadece kentli yaşamı cezbediyor. Kahramanlarım bilgili, görgülü, kentli ya da öyle olmaya çabalayan insanlar. Yolculukla kent değiştirir kahramanlarım; Ölüyaprak Vuruşu romanında, Karlarkenti, Mavidüşlerkenti, Güneşliyağmurlarkenti, Denizlerkenti gibi kentlerde yaşarlar kahramanımız. Sırlanmış zamanın Gölgesinde romanında ana mekânların biri Ötekent’tir… Muleta’da Ankara, İzmir, Antalya, İstanbul ana mekânlar. Suret romanının başkahramanı Rüstem Efendi, esasen Bursalıdır, serüveni İstanbul’da yaşar. Belki İstanbul veya Adana’nın başkahraman olduğu bir roman yazabilirim günün birinde. Albatros’un Yolculuğu adlı filmin Şair’i Salih, Otel Müdürü Rıfat Bey, Kültür Müdürü Maruf Şükrü, Kör Kemancı Canan, Akordeoncu Şermin kentsoylu, oku-yazar, sanatçı ya da sanata değer veren kişiler… Kelebeklerin Çığlığı filmimde Yönetmen Hayri İrdal, Yönetmen Yardımcısı Narin, Burcu, Roman Yazarı Barkan, Mahallenin En Güzel Kadını Fahriye Abla, Sokaklara Düşmüş Palikarya, Üniversitede Doktora Yapan Büşra, Ünlü Roman Yazarı Ülfet Seher, Roman Yazarı Reşat Boztepe, İş Adamı Hüseyin de öyle…
Edebiyata boyut kazandırmak için kullandığınız malzemeleriniz neler ya da sizin çoklu yapınız tüm sanatların bir eserde bulunması mı? Örneğin Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı kitabında minyatür sanatını anlattı, Ahmet Hamdi Tanpınar klasik Türk musikisini anlattı. Karnavalın Ortasındaki Adam’daki çoklu yapılardan biri de dünya edebiyatındaki roman kahramanları mı? Daha başka neler?
Roman yazarken ya da film çekerken Aristotelesçi çizgisel anlatıya, Joseph Campbell modeline ve daha başka yöntemlere bağlı kalmadım. Benim tarzım bir arayışın sonunda bulduklarım ve daha bulacaklarım… Benim bulunduğum yerdeki hiçbir şey eskisi gibi kalamaz. Kimsenin paltosundan çıkmadığım gibi, kimsenin paltosuna girmem. Düşündüm, ölçtüm, biçtim, diktim, kendi paltomu giydim. Günün birinde onu bir delikanlıya vereceğim. Kırmızı fularımla ve çizmelerimle birlikte… Yeni gençlerden uzağa düşmemek için rab müzik dinliyorum. Fena değil… Bu rab yapan çocuklar bilgisiz, ama geniş bir yelpazede fikirleri var… Bir şeylere karşı, bir şeylere taraflar, ikisinde de bilgileri derin değil… Rap, “sözlerin, müziğin temposuna, ritmine uyarlanarak söylendiği yapıdadır. Rap, yıllar boyunca değişim geçirmiş, rap içinde çeşitli alt türler oluşmuştur. Bunlara örnek olarak Gangsta, G-funk, Hardcore, Party, Pesimist rap gibi örnekler gösterilebilir.” Bir insan gözlerini sımsıkı kapattı diye, gerçek yok olmaz. Klanlar topluluğunda var olan sadist ve sadomazoşist kişiler birilerinin mutsuzluğundan ve başarısızlığından kendilerine daima mutluluk çıkarabiliyor. Talihsizlik yaşayan bir teknik direktör, tökezleyen bir futbolcu, seçimi kaybeden bir politikacı, iflas eden işadamı, başkasının başarısızlığı bunların mutlu olmasını sağlayabiliyor, zira mutluluklarını kurmaktan acizler, zalimler, riyakârlar, ruhen sakatlar. Yaşadığı, anımsadığı şeyleri yazan kişiler niçin roman yazarı kabul edilsin? Onlar içini kâğıda döken yazma heveslisi ergenler. Hakiki roman yazarı, içinde sürüklendiğimiz sıkıcı gerçek hayattan daha matah hayatlar kurabilir. Yozlaşmış toplumu sanatın, romanın, bilgelerin, doğru öğretmenlerin, bilim insanlarının değil de, aylakların, cahillerin, arsızların dönüştürdüğü bir dönemdir şu yaşanan. Sosyal kontrolü (benim şu davranışlarım annemi, babamı, kardeşimi, karımı, kocamı, çocuğumu, arkadaşlarımı, akrabalarımı mahcup edebilir düşüncesini), mahcup olma duygusunu insanların kafalarından silip sıyırmak için “mahalle baskısı” sloganı ürettiler. Şimdi bozulmuş insanların oluşturduğu toplumlarda zaferlerini kutlayabilirler. Birey olabilen insanlara yakışmayan davranışlarına ve yaşantılarına karşı söylenen her sözü şiddete bulayarak reddetmek ve pasifize etmek için de hastalıklı sloganları vardır. Bunlar toplumbilimci profesör için “okumuş da adam olamamış” diyebilecek kadar fütursuz ve cehaletten aldığı güçle cesurdur.
Suret romanında suretçiliğin inceliklerini anlattım. Umarım Postmodernist denilip işin içinden çıkılmaz. Eserlerime yeni boyutlar kazandırmak için, küçük buluşlar yapıyorum. Filmlerim ve romanlarım hakkında bir doktora çalışması yapıldı. Bu bilimsel çalışma ışığında, neleri özgün yaptığımı gördüm. Karnavalın Ortasındaki Adam Ünsal Oskay romanında temel motif kaliteli bir yalnızlık. İnsan bilgi ve öğrenme peşinden tutkuyla giderken nasıl yalnızlaşıyor? Romanda, bu öne çıkıyor…
edebiyathaber.net (28 Mayıs 2024)