Söyleşi: Abdullah Ezik
Özellikle polisiye türünde yazdığı kitaplarla adından sıkça söz ettiren Cenk Çalışır son günlerde Suriyeli mülteci bir ailenin serüvenini anlattığı Beria ile yeniden okur karşısına çıktı. Gerek sosyal gerekse psikolojik açıdan birçok meselenin irdelendiği Beria ve yazarlık serüveni hakkında Cenk Çalışır ile sohbet ettik.
Romanınızda Suriye’den kaçarak Türkiye’ye sığınmak isteyen bir anne-kızın öyküsünü anlatıyorsunuz. Romanınızın konusu oldukça güncel ve aktif hâliyle. Hâlâ tam ortasında yer aldığımız ve çözümlenmemiş büyük meselelerden birisi. Bundan yola çıkarak size şunu sormak istiyorum: Yazar, gününün neresindedir? Yazar, salt olarak gününün anlatıcısı/tarihçisi olabilir mi? Yazar olmakla tarihe not düşmek arasında ilişki sizin için nedir?
Beria’nın konusu, güne dair gibi gözüküyor olsa da geçmişte çokça yaşanan ve gelecekte de çokça yaşanacak bir mesele aslında. Roman özelinde yanıtlarsak, elbette içinden geçtiğimiz günlere bir ayna tuttuğunu söyleyebiliriz. Beria iç yakan, sorgulatan bir roman. Bu etkisini, kurgusunun dayandığı gerçeklikten alıyor. Bu bağlamda elbette gününün anlatıcısı bir roman. Yazarın, sanatçının aydın yanı bana göre mevcut duruma itirazındadır. Dayatılanla, var olanla sorunu olmasındadır. Yazar, derdini bir öyküye büründürüp, alt metin ya da doğrudan işlediği eseri ile okurun dikkatini çekiyor ise derdine ortak bulmuş demektir.Bu bağlamda tarihe not düşmek, kurgusal eserler için tamamen konu ve konunun ele alınış biçimi ile ilgili. Her eseri kapsadığını söyleyemem.
Romanınızda anlattığınız hikâyenin birçok farklı ayağı var aslında. Salt bir anne-kız, mülteci, göç hikâyesi değil Beria. Roman şekillenirken sizin için örgüyü temellendiren ve üzerinde en fazla durmak istediğiniz problematiğin ne olduğunu merak ediyorum. Bize biraz romanın oluşumundan, hikâyenin farklı ayaklarının bir araya geliş sürecinden bahsedebilir misiniz?
Beria’yı yazmazdan önce trajik bir öyküyü, dramatik bir dille anlatmayı istiyordum. Bu yönde notlar alıyor ve araştırmalar yapıyordum. Ancak öne çıkan bir öykü yoktu. Aylan Bebeğin sahilde yatışı o tarihlere denk gelir. O fotoğraftan sonra, yazacağım romanın ana temasının mülteci çocuklar olmasına karar verdim. Araştırmalarımı bu yönde yoğunlaştırdım. Gazete haberleri, röportajlar, raporlar, filmler ve belgeseller ile birikimimi sürdürdüm. Bu sırada notlarıma dönüyor, yan öykü ve karakterleri şekillendiriyordum. Başka romanlara konu olabilecek notlarımı birleştirmeye başladım. Beria’nın kaybını merkez alan anlatıda, farklı karakterleri ve onların öykülerini birleştirmek için birbirine dolanan sarmal bir yapı kurdum. İçsel anlatımları olsa da Tanrısal bakış açısı ile yazdığımdan, aynı anda başka karakter ve mekanları okura sunabildim. Böylece okurun aklını çok da karıştırmadan kim kimdir, neden gibi olayları serimde anlatıp, düğümde ektiğim her şeyi biçerek sonlandırdım. Romanın yazım sürecinde ana eksenim hep çocuklar ve onların mağduriyetleri oldu. İstismara, tecavüze uğrayan çocuklara dikkat çekmek, farklı bir pencereden göstermek istedim.
Beria’da birçok umutsuz karakter bir araya geliyor. Komiser Harun ile Aişe’nin yolları büyük bir umutsuzluğun içinde kesişir. Umut, daha sonra ortaya çıkar, kaybolur, kendini yineler. Herkes en sevdiğini, en değer verdiğini (kişi, aile, memleket…) bir daha kavuşamamasıya kaybeder. Tüm bu kayıplar bazen onları hayatı yaşamaktan alıkoyar, bazen onlara tutunmak için başka pencereler açar. Peki kaybolan bunca tutamaç hikâye oluşurken sizi ve karakterleri nasıl yönlendirdi? Neden özellikle Harun, Aişe, Beria gibi yalnızlaştırılmış karakterler seçtiniz? Ben bunun göçmen olmakla bir bağlantısı olduğu kanısındayım.
Harun ve Aişe’nin kayıplarına kadar zaten sorunsuz, mutlu bir hayatları var. Bu mutluluktan bir öykü çıkmayacağı gibi, romana katkısı da yok. Harun’un her şeyini kaybettiği noktada Aişe ile tanışması sonucu hikaye başlıyor. Aişe’nin bir an için bile kızından vazgeçmeyişi Harun’un kırılma noktası. Oğlu için çaresiz kalan Harun, başka çocuklar için umut olabileceğini fark ediyor. Harun ve Aişe bu umuda tutunarak yalnızlıkları, açmazları karşısında güçleniyorlar. Beria’yı arama yolunda Aişe ve Harun sürekli bir değişim içindeler. Yenileniyorlar. Çünkü yaşadıkları, daha önce karşı karşıya kaldıkları bir durum değil.
Göçmenliğe gelince, Babam henüz 13 yaşında iken Bulgaristan’dan göç etmek zorunda bırakılanlardan. Göçmen çocuğuyum. Babam Devlet Memuru olarak yurdun değişik yerlerinde görev yaptı. Babamın göçmenliği bizim hayatımızı zorlaştırmadı. Bu durumun Beria’nın yazım sürecine hassasiyet dışında bir katkısı olduğunu sanmıyorum. Ama yazarken bilinçaltı neleri yazıya taşıyor bunu bilemem elbet.
Aslında her şeyin bittiği, bitebileceği bir noktadan romanınızı kurmaya başlıyorsunuz. Beria’nın hikâyesi tam da sıfıra en yakın noktadan başlıyor. Bu seçimin nedeni nedir? Beria oluşurken ana karakterleri hangi düşünceler etrafında ele aldınız ve size ilham veren kişiler, hadiseler oldu mu?
Harun’un olayı içselleştirmiş olmasını istedim. Beria’ya dosya numarası vererek salt işini yapan bir polis olmasını tercih etmedim. Bu tercih bana Harun’a ait bir geçmiş yazdırdı. O da Aişe gibi romana hayatındaki dönüm noktası ile girdi. Harun ya da Aişe’nin kırılma noktalarından önceki hayatlarında zaten sıradan bir yaşamları var. Okur, Harun’un kayıplarından önceki mutluluğunu onun rüyalarında, anılarında görüyor. Oysa Aişe’nin geçmişine tanık olamıyor. Çünkü okur, Aişe’yi tanıdığında yaşamında tek bir amaca odaklanmış durumda olduğunu görüyor. Aklında ve gönlünde Beria’dan başka bir şey yok. Kızını kaybetmekten duyduğu üzüntü ve suçluluk duygusu yüzünden kocasının ölümüne üzülecek vakit bulup, bunun yasını bile tutamıyor. Karakterlerin bu başlangıç durumları, yazım tekniklerini kullanmamı kolaylarken, anlatının gücünü arttırdı. Daha ilk satırlarından itibaren sert bir roman olduğunu gösterdi. Karakterlere dair birebir örneklediğim kimse yok. Olayların birçoğu o dönemde mülteciler ile ilgili ulaştığım bilgilerden esinlenerek harmanlandı.
Romanınız bir polisiye. Sizi de özellikle bu türdeki eserlerinizle tanıyoruz. Peki Suriyeli bir ailenin hikâyesini polisiyenin kalıplarıyla, bu türle birleştirmekte zorlandınız mı? Böylesine bir hikâyenin, mültecilik hâllerinin polisiye ile örtüştüğü veya size aykırı geldiği noktalar oldu mu?
Zorlandığımı söyleyemem. Enis ve Okan arasında kurulan suç ilişkisini, Harun ve Aişe’nin birlikteliği ile nasıl bağlayacağımı biliyordum. Bu nedenle iki ayrı aksı birleştirecek bir olay olarak bir başka dramı, Zeynep’in hikayesini kurdum. Romanın, polisiyenin muamma, aksiyon, heyecan gibi unsurlarını içerdiğini düşünüyorum. Öte yandan mültecilerin durumları doğrudan polisiyenin konusu. İnsan ticareti kanuni bir şey değil sonuçta ve bir mültecinin onlarla işbirliği yapmaksızın hareket etmesi pek mümkün değil. Kaldı ki yolculukları sırasında başlarına gelen her şey başlı başına bir suçun dolayısı ile polisiye edebiyatın konusu. Bu anlamda aykırı bir yanı yok.
Ben şahsen konunun derinliği ve özellikle günümüz ekseninde sosyolojik yönleriyle romanınızın polisiyenin çok ötesine geçtiğini düşünüyorum. Bir yerde canlı bir tarih örneği. Haberlerde, gazetelerde, sağda solda duyduğumuz onca hikâye kitabınıza sızmış gibi. Bu da romanınıza gerçeklik bağlamında zenginlik katıyor. Peki sizin için Beria’nın anlamı nedir?
Beria güçlü bir roman. Gücünü içindeki kurgunun gerçeklikle uyumundan alıyor. Okur bu gerçekliğe ne kadar üzüntü duyuyorsa romanın hayali karakterleri o kadar içini acıtıyor. Sert bir anlatısı var. Olayları, bütün çirkinliklerini göstererek işliyor. Alt metin filan değil, derdini doğrudan söyleyen hatta haykıran bir roman. Çocukların din, dil, ırk, milletten bağımsız olarak, sadece birer çocuk olduklarını göstermeye çalışıyor. Çocuklar karşısındaki acımasızlığımıza bir başka pencereden bakabilmeyi amaçlayan bir roman. Okurlardan gelen geri dönüşlerde üzüldüklerini görüyor, mutlu oluyorum. Romanın amacı buydu zaten.
Bu arada özellikle senaryo çalışmalarınız olduğu, çeşitli etkinliklerin içinde olduğunuz dikkatimi çekti özgeçmişinizde. Beria için de böyle bir çalışma var mı acaba? Senaryo çalışmalarınız ne durumda ve sizce senaryo yazmakla roman yazmak arasındaki koşutluklar, zıtlıklar nelerdir?
Beria için böyle bir proje henüz yok. Şu an bir başka romanımın sinema uyarlamasına çalışıyoruz. Ayrıca bir dizi projesi için de yoğun bir tempo içindeyim.
Roman, okura ulaşıncaya kadar yazar ve editör arasındadır. Yazarın hayalini sınırlayacak bir şey yoktur. Senaryo ise sinema dünyasının bütün parametrelerini göz önüne almak zorundadır. Bütçe bu işin en sınırlayıcı kalemidir. Senarist yazarken, yönetmenin koşullarını bilmeli, nasıl çekebileceğini göz önüne almalıdır. Boğaz köprüsünü havaya uçurmak, onlarca helikopteri dev bir kartalın peşinde uçurmak romanda çok kolayken, sinema dünyasında basit değildir. Senaristin oyuncuya ve yönetmene bırakması gereken yerler vardır senaryoda. Roman sadece yazara aittir. Romanın filmini her okur kendi aklında görür. Oysa senaryonun yönetmeni bir tanedir ve her izleyici onun çektiğini görür.
Beria’dan sonra bizi neler bekliyor? Cenk Çalışır yazarlık serüvenine nasıl devam edecek?
Notlarım arasında şu an için öne çıkan bir notum yok. Ama fantastik bir öykülemeyi polisiye akışa yerleştirmekle ilgili birkaç fikrim var. Sanırım biraz daha demlenmesi gerek. Bu süreçte hem öyküdeki içeriğe dair bilgilenmeli hem de fantastik okumalarımı arttırmalıyım. Yine de verilmişim bir sözüm olmadığını da hatırlatayım. Beni daha çok heyecanlandıran bir şey takılır aklıma, onu büyütür roman yaparım. Bilmiyorum.
edebiyathaber.net (31 Mayıs 2019)