Um:ag yazma seminerlerine katılanlar bilirler; Mehmet Eroğlu’nun 20 kitaplık bir okuma listesi vardır. Hala var mı bilmiyorum. Yıl 2000 ya da 2001’di, Romain Gary ile o okuma listesi sayesinde tanıştım. “Cennetin Kökleri”, okuma listesindeki her bir kitap gibi, beni çok etkilemiş, kitabın kahramanı Morel’in etkisini uzun süre üstümde hissetmiştim.
Romain Gary’nin özgeçmişini okuduğunuzda, ona dair biraz araştırma yaptığınızda, Morel gibi bir kahramanın onun gibi bir yazarın elinden çıkması hiç de şaşırtıcı değil. Romain Gary, yönetmen, senarist, savaş pilotu ve diplomatlık gibi birçok sıfata sahip yazarlardan. Litvanya doğumlu yazar, Fransız vatandaşı oluyor, Fransa’nın 2. Dünya Savaşı’ndaki kahramanlarından biri olarak Légion d’Honneur nişanına layık görülüyor. 1956 yılında, Cennetin Kökleri romanıyla Goncourt Ödülü’nü alıyor. Bir dönem Emile Ajar takma adı ile de roman yazıyor ve 1975 yılında “Onca Yoksulluk Varken” romanı ile aynı ödülü tekrar alıyor. 1980 yılında tabancası ile intihar ediyor. Dünya, Emile Ajar’ın Romain Gary ile aynı yazar olduğunu intihar notundan öğreniyor. Notta yer alan son cümleler şöyle: “Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın.”
Kitabın başında, Mehmet Eroğlu’nun Aralık 1980’de Romain Gary’nin ölümü üzerine yazdığı yazı yer alıyor. Yazıda belirtildiğine göre; Romain Gary ölümünden hemen önceki bir konuşmasında “Her şeyi çok hatırlıyorum.” demiş.
Bazı kitaplar okuyucusunu tekrar okumaya çağırır, bazen ikinci defa, bazen daha fazla sayıda okutur. Gezi’den beri Morel gibi, düşlerin, azmin ve cesaretin ama en çok da direnişin ve umudun simgesi birçok kahraman beni tekrar okumalara çağırıyordu, Morel’in zamanı gelmiş demek ki.
Bir Fransız olan Morel, Hitler zamanında iki yılını toplama kampında geçirmiş, bu süreçte filleri hayal ederek, onlardan aldığı güçle, yaşadığı insanlık dışı uygulamalara direnebilmiş. Savaştan sonra fillere borcunu ödemek üzere Afrika’ya geliyor ve ilk olarak Fransız sömürgelerinden biri olan Çad’da ortaya çıkıyor. Elinde, mücadelesi boyunca hiçbir zaman yanından ayırmadığı, içi fillerin korunmasına dair dilekçe ve başvuru yazıları ile dolu bir evrak çantası ile önce önüne gelen herkesten fillerin korunması için imza toplamaya çalışıyor. Dilekçelerin yeterli olmadığının farkında olan Morel, fil avcılarından Fransız hükümetine, Afrika’nın tanınmış yerlilerinden dünyaca ünlü gazetecilere kadar herkese karşı, şiddet dahil olası her yöntemle savaşıyor. Afrika’nın uçsuz bucaksız ormanlarında, savanlarında, çöllerinde kendini fillerin korunmasına adıyor. Öyle bir mücadele ki, filleri umursamayan ya da filleri sadece et olarak düşünen ilkel kabileler dahil, dünyanın farklı yerlerinden birbirinden farklı birçok insan bu direnişin muhteşemliğine hayran olup Morel’in safında yer alıyorlar. Ubaba Giva. “Fillerin atası” demek. Morel’in yerliler tarafından verilen takma adı.
Kitaplar sıradan insanları birer masal kahramanına dönüştürürler. Morel’in çevresine toplanan her bir kitap kahramanı da bu kaderi yaşıyor.
Saint-Denis. Görevi Afrika’da Hıristiyanlığı temsil etmek ve yaygınlaştırmak olan bir Cizvit papazı. Kitabın anlatıcısı o; Morel’in serüvenini onun ağzından dinliyoruz. Yüreği Morel’den yana olan Saint-Denis, dünyanın halini yeterince gördükten sonra temsilcisi olduğu din yerine tercihini ilkel inançlardan yana kullanıyor. Tek dileği, gelip geçen fil sürülerini görebileceği, yalnız kalmamak için başka ağaçların da olduğu, bir Afrika düzlüğüne bakan bir tepede bir sedir ağacı olmak. Saint-Denis insana inancını yitirmesine rağmen, Morel’in akıl almaz direnci ve mücadelesinden etkileniyor, bu yüzden yüreği ondan yana. Ama Morel’in aurasına kapılan herkes gibi o da bir konuda Morel’i hiç anlamıyordu: “Zavallı Morel. İçinden çıkılmaz bir konuma soktu kendini. İnsanca bir şeyi insanlarla birlikte savunmak istemekteki çelişkiyi şimdiye kadar kimse çözümleyemedi…” Oysa Morel gücünü tek bir inançtan alıyordu: İnsan! Hem Almanya’da toplama kamplarında hem de Afrika’daki mücadelesi süresince tanık olmak zorunda kaldığı insan eli ile gerçekleşen onlarca katliama rağmen asla vazgeçmediği umudu ve inancı: İnsan! İçinde insan olmayan bir çözüm yolu yoktu çünkü.
Minna. Morel’le karşılaşmasa sıradan bir fahişe olarak kalacaktı belki. Bence Morel’den sonra kitabın en hayranlık duyulacak kahramanı. Morel’in dilekçisini imzalayan iki kişiden biri. Çad’da çalıştığı otelde Morel’le karşılaşıp, Morel ona dilekçesini okuduktan sonra tüm benliğe ile bu davanın bir parçası olan Berlin’li Minna. Çocukluğundan itibaren karşısına çıkan her erkeğin kendisinden yararlanmaya çalıştığı, savaş sırasında Almanya’yı işgal eden bir ordu Rus askerleri tarafından tecavüze uğrayan, ilk defa yaşamın anlamını Morel’in mücadelesinde bulan Minna’nın sözlerinin altında ezilmeli dünya: “Erkekleri pantolonlarını çıkardıkları zaman yaptıkları şeylerle suçlayamazsınız. Gerçek anlamda kirli işler için iyice giyiniyorlar – dahası, üniformalar giyiyorlar, bayraklar, süsler…”
Peer Qvist. Danimarkalı bir bilim adamı. Afrika’ya gelip Morel’in yanında filler için, sadece filler için, mücadele ediyor, son noktaya kadar onun yanından ayrılmıyor, Minna gibi. Diyor ki; “Adalete, onura, özgürlüğe duyduğumuz ihtiyaç, kalplerimize derinlemesine işlemiş cennetin kökleridir. Ama insan, kıskıvrak saran köklerinden başka hiçbir şey bilmiyor cennete ilişkin…”
Abe Fields. Anne ve babası toplama kamplarında öldürülmüş, sefalet içinde geçen çocukluğundan sonra Amerika’ya giderek Amerikan vatandaşı, sonrasında başarılı bir fotoğrafçı olan Abe Fields. Ne filler, ne Morel, ne de insanlar umurunda, tanıdığımız birçok fotoğrafçı gibi tek amacı onu Pulitzer ödülüne götürecek fotoğrafları çekmenin peşinde. Ona kızmaya hakkımız yok, aksi olsa o fotoğraflar olmazdı. Ama o da Morel’in büyüsüne kapılıp, kırık kaburga kemiklerine, fotoğraf çekecek filmi bitmesine rağmen son ana kadar yanında kalanlardan biri. Çünkü Morel bulaşıcıdır. Morel, kendisi ile tanışan herkese yaptığı gibi Fields’ın da yüreğinin derinlerine ittiği, unuttuğu ya da unutmak istediği insanlık kırıntılarını canlandırıyor.
“Cennetin Kökleri” oldukça kalın bir kitap: 500 sayfa. Morel, kitap boyunca neden fillerin korunması mücadelesine girdiğini anlatıyor. Ama insanlar bir türlü inanmak istemiyor. Mücadelesinde yanından hiç ayrılmayan dostları dahil herkes, bir insanın tüm ömrünü fillerin korunmasına adamasını üstelik bunu tek başına üstlenmesini ve üstelik bunu yaparken insana katıksız bir inanç ve umut beslemesini anlayamıyor. Kimi başka hedefleri olduğunu, kimi başka çıkarları olduğunu ileri sürüyor. Bu konuda kendisi ile tartışan Afrika’nın özgürlüğü için savaşan bir gence Morel şöyle diyor; “Yalnızca ulusal bağımsızlıkla yetinemezdim. Eski, çok eski bir aldatmaca bu. Artık sökmüyor. Dünyanın onda dokuzu bağımsız uluslardan oluşuyor; ama durumlarına bir bak… Hayır dostum, benim açımdan yeterli değil. Daha çoğunu istiyorum. Daha çok şey bekliyorum. Artık insanlaşmalarını istiyorum; daha azına razı değilim.”
İnsanlaşmak için, ihtiyacımız olan cennetin kökleri adalet, onur ve özgürlük için Gezi’de ağaçlara sarılan, o ağaçlar için ölen, öldürülen, Afrika dahil dünyanın her yerinde ağaçların, fillerin, tüm hayvanların, doğanın korunması için mücadele eden tüm direnişçilere selam olsun.
Romain Gary’e ve Ubaba Giva’ya selam olsun!
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (1 Aralık 2014)