Aslında hepimiz farkındayız; daha çok tükettiğimiz için daha kötü bir dünyada yaşıyoruz, daha çok bilgisayar başında vakit geçirdiğimiz için sevdiklerimizle daha az şey paylaşıyoruz, sürekli ertelediğimiz için bizi mutlu eden değil mutsuz eden işlerin peşinde koşuyoruz, vs. Ne istediğimizi genelde bilmiyoruz. Bildiğimizi sandığımızda ise emin değiliz, çünkü isteklerimizi yönlendiren de hep o şikayet ettiğimiz “sistem”. Bir ürünü kendimiz istediğimiz için mi, sistem istememizi sağladığı için mi alıyoruz? Birini gerçekten o olduğu için mi seviyoruz yoksa sistemin ona yüklediği ve sevilesi olduğunu kabul ettirdiği özellikler nedeni ile mi seviyoruz? Neyi seviyoruz ya da sevdiriliyoruz; gücü mü, parayı mı, güzelliği mi, imajı mı?
Şikayet ede ede, yaşamaya devam ediyoruz. Yaşadığımız şu kısacık ömrün ne kadarını kendimiz ve sevdiklerimiz için yaşıyoruz gerçekten?
Aldous Huxley, ne mutlu ona ki, şikayetlerini bir anti-ütopya/distopya romanına dönüştürerek içini bir kitaba dökmüş. Öyle bir iç döküş ki, kitap ilk kez yayınlandığı 1932 yılından beri milyonlarca okura ulaşmış, hala da güncelliğini koruyor. Cesur Yeni Dünya’yı okurken acı bir şekilde görüyoruz ki; Huxley’in kehanetlerinin birçoğu da günümüz itibari ile gerçekleşmiş zaten.
“Bu da mutluluk ve erdemin sırrıdır –yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.”
“Kitleleri kırlardan nefret etmeye şartlandırıyoruz. Aynı zamanda onları doğa sporlarını sevmeye şartlandırıyoruz. Bunu yaparken de tüm doğa sporlarının gelişmiş aletlerle yapılmasını sağlıyoruz. Böylece hem endüstriyel ürünler, hem de ulaşım tüketiyorlar.”
Cesur Yeni Dünya, ismini Shakespeare’in Fırtına isimli oyununda Miranda karakterinin bir sözünden alıyor. Aldous Huxley’in kurguladığı bu dünyada çocuklar bir anneden doğmazlar, erkek ve kadından alınan sperm ve yumurtaların bir tüpte birleştirilmesi ve gelecekte olmaları istenen biçimde çeşitli işlemlerden geçirilmesi ile oluşurlar. Döllenen bir hücrenin geleceğin üst tabakasında bir yönetici mi, alt tabakasında neredeyse düşünme yetisinin tamamını yitirmiş bir köle mi olacağı daha oluştuğu ilk anda belirlenmiştir. Tüpte yetişen bebekler yaşamaya başladıklarında ise “hipnopedya” ismi verilen uykuda eğitim yöntemi ile olmaları gerektiği biçimde şartlandırılırlar. Bu dünyada “Herkes herkes içindir.” Tek eşlilik, evlenme, aşk, sevgi gibi kavramlar yok edilmiştir. Her şey ve herkes müthiş bir uyum içindedir, herkes mutludur. Aksi düşünülemez. Bu dünyadaki anahtar kelime “istikrar”dır. Sisteme uyum sağlayamayanlar, “istikrar”ı riske sokanlar, bir adaya sürgüne gönderilirler. Toplumu yönetenler şiddete başvurma ihtiyacı duymazlar, çünkü istedikleri toplumu oluşturan insanları daha hücre iken istedikleri şekilde biçimlendirmişlerdir.
“Hükümet oturma işidir, vurma değil. Beynin ve kıçınla yönetirsin, yumrukla asla.”
Bu yeni dünyada sistemin dışında yaşayan ilkel topluluklar da vardır ve elbette sistemden dışlanmışlardır, o mutlu toplumun uzağında yaşamlarını sürdürürler. Huxley, yaşadığımız dünyanın eleştirisini, bu ilkel dünyadan mutlu toplumun içine gelen ve adına Vahşi denen bir insanın yaşadıkları üzerinden yapar. Ama ne Vahşi’yi ve onun ilkel toplumunu yücelten, ne de istikrara şartlandırılmış toplumu tamamen olumsuzlayan bir anlatımı tercih etmiştir. Vahşi, Yeni Dünya’da asla olmayan şeyleri, birini sevmeyi ve evlenmeyi, tek eşliliği, ölen annesi için üzülmeyi, kitap okumayı, toprakla uğraşmayı ve bitki yetiştirmeyi, doğalıyla yaşlanmayı ister. Ancak bu isteklerinin istikrar toplumunda yeri yoktur, çünkü tüm bunlar istikrarı riske sokan özellikler taşımaktadır. Vahşi “mutsuz olma hakkı”nı istemektedir. Huxley kitabında, “mutsuz olma hakkı”nın ne kadar büyük bir değer olduğunun altını çizer. Yeni Dünya’da ise mutsuzluğa, dolayısıyla kaosa yer yoktur. Elde edilen suni ve şartlandırılmış bir mutluluk olsa bile.
Cesur Yeni Dünya bir distopyayı anlatsa da, kurgulanan bu dünyanın güzel yanları da var; bugün var olan eğitim, sağlık, istihdam, açlık, savaş gibi sorunların hiçbiri yok bu dünyada. Yani bir yanıyla da özlenen ütopik bir dünya buluyoruz kitapta. Sorun şu ki; bu ütopyaya ulaşmak için seçilen, insanların daha hücre iken sınıflara ayrılması gibi, yol ve yöntemler dehşet verici. 1935 yılında Aldous Huxley’e bir gazeteci tarafından gönlünün “Vahşi’nin isteklerinden yana mı, şartlandırılmış istikrar idealinden yana mı” olduğu sorulduğunda, Huxley’in cevabı şu olmuş:
“İkisinden yana da değil, bence iki ucun arasındaki bir orta hem istemeye değer hem olabilirdir, hem de bizim hedefimiz olmalıdır.”
İnsanoğlu sahip olduğu özellikler ile diğer tüm canlılardan üstün olduğu iddiasını ancak böyle bir hedefi gerçekleştirerek kanıtlayabilir. İyi ama gerçekten öyle mi acaba, insanoğlu mevcut canlı türlerinin en üstünü mü?
Kitabın yazıldığı dönemde doğa konusundaki bilgi birikimi ve toplumsal duyarlılık bugünkü kadar yüksek olmadığından olsa gerek; Huxley kitabında doğa ve insan etkileşimine, doğa ile çatışan insanın karşılaşmak zorunda kalacağı yenilgilere çok az yer vermiş. Kitap bugün yazılsa doğa vurgusuna daha çok yer verilirdi diye düşünüyorum.
İnsanoğlunun bugüne kadar yaptığı icraatlar, o övünülesi akıl ve zekanın pek de dünyanın hayrına işlemediğini gösteriyor. Huxley o zaman için üzerinde durmamış olsa da ortada çok açık bir gerçek var: daha güzel bir dünya düşünün gerçekleşmesinin tek bir yolu var, o da insanın doğa ile uzlaşması. Uygarlık tarihi, doğa göz ardı edilerek kurgulanan bir dünyanın hedefine ulaşmasının mümkün olmayacağının tanıklıkları ile dolu.
Cesur Yeni Dünya, seksen yıl önce yazılmış kötü kehanetlerin nasıl gerçekleştiğini yüzümüzü vururken, uzun yıllar boyunca da güncelliğini koruyacak görünüyor…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (17 Aralık 2015)