Başları rutinlerle kalabalıklar. Sözlerini tutmak için sözlerini unutanlar. Her devrin acılarına kahkaha atanlar… Başlamamış sevdaları yarım kalanlar… İçine atmak illetini dışa vuranlar. Yalnızlıkları kirletilmişler… Başkalarını da kendileri kadar sevebilenler. Ve başkalarından kendileri kadar nefret edenler… Ciğer yaralarının arasına unutulmanın jileti değenler… Suskunlar… Kırgınlar… Gökyüzüne nicedir küfürsüz bakmayanlar… Sebepsiz ağlayanlar… Nefesi hasret kokanlar… İtilenler… Ezilmekten övülmek kadar hoşlananlar… Vurulmaya vurgunlar… Belirsizliklerin ilk anlarını sevenler… Sesimin olduğu tarafa gelin… İfademin şahidi olun… Hatta kırk yılın unutulmuşluğunu soralım kimseciklerden… Veya beraber hatırlarken her şeyi üstümüze çöken gariplikle utanalım birbirimizden. Gelin de, Çetin Altan’ın seni ve en çok seni anlatan iki romanını konuşalım.
Sahaflarda bir tanıdık yazar
Sahafları gezerken karşıma en çok çıkan yazar Çetin Altan’dı. Bilgi Yayınevi’nden yayımlanmış iki romanı Bir Avuç Gökyüzü ile Büyük Gözaltı, kitap raflarla dolu mekanın sahaf olduğunu anlatan resmi belgeymiş gibi en baş köşede dururdu. Ama hep başköşede… Tanrı zihninin zembereğini yazmaya kurduğu acizin karşısına böyle bir hikaye yuvarlayınca, ikramı ret etmek olmaz… O iki romanı hemen almak yerine, birkaç yıl boyunca bir dönemin okurlarının ilk sayfasına aidiyet belirten isim, soy isim, şehir yazma alışkanlıklarının izini sürdüm. O iki romanın da yayın tarihinden birkaç ay eski olmayan imzalarla dolu bir koleksiyon, adına müze denilmemiş eski kitapçı vitrinlerinde durup durdular… Bir Avuç Gökyüzü ile Büyük Gözaltı’nın sahipleri mi ölmüş, yoksa bir zamanların sol aydınlanma rüzgarıyla alınıp daha sonra saklanacak romanların niteliği değiştiğinden mi sahaflara düşmüşler? Sahiplerinin akıbetini bilemesem de ne ki yıllar içinde roman incelemeleri yazmaya başladım, Çetin Altan romancılığına dair üzerine kalın bir sahaf tozu sinmiş bu konuyu bir gün silkelemeye kendime söz verdim.
Bu girişi kitaplığımda arkalara düşmüş o iki romanı bulamamanın telaşını epeyce yaşadıktan sonra yazdım. Benim gibi fil hafızalılar acıdan yana hiçbir şeyi unutmadıklarından hayatta bir türlü mutlu olamazlarken, kendilerine sunulan armağan da kitapları ve konularını unutmamak oluyor. Yine de tüm sahneleri aklımda canlı değil iki romanın da. Hatırlamak için şöyle kapağını açtığımda, on üç yıl önce okuduğumu ilk sahiplerinin 1974 imzalı künyelerinin altına yazıverdiğimi gördüm. Sonra iki romanı da hemen hemen yeniden okumaya gerek duymayacak denli hatırladığımı anladım. Beynim bana bunu uzun uzun düşündürtmek yerine kendi işini görüp, yeniden okumaya gerek olmayan iki romanı rafların arkalarına attırmış zamanında. Üzerleri de sahaflardaki kadar tozlanmış. Demek ki insan hatıralarını hep canlı sanarak hafızasının gücüyle övünse de, anımsamak dediğin enikonu zihninin sen farkına varmadan değiştirdiklerinden ibaret. Tıpkı Çetin Altan’ın bu iki romanındaki gibi…
Romanlarına pusu kurdular
Roman sanatında ilerleyince farkına vardım ki, Türk edebiyatının iki büyük romanı Bir Avuç Gökyüzü ile Büyük Gözaltı, edebi niteliklerinden dolayı değil de yazarı Çetin Altan’dan dolayı okuma ve övgü listelerinin kayıtlarına pek az giriyor. Bunda Türk sol dünyasının kendi içindeki acımasız kavgası ve pusu kurmaya dönüşen kıskançlığının payı ilk sırada. Tıpkı Sabahattin Ali’ye, Oğuz Atay’a yapıldığı gibi… Aslında bu yazı da daha önceki iki yazar incelemesi düşünüldüğünde üçlemenin tamamlanması sayılır… Ki bu da benim yazarken şimdi keşfettiğin bir gerçek oldu… Çetin Altan’ın “öz yaşamsal” diye haklı nitelenip, bu özelliğinden dolayı da bir kenarda unutulmasına seyirci kalınan iki romanı, aslında edebiyatımızın en değerli örneklerinden. Altan’ın kitleleri peşinden sürükleyen hatipliği, siyasi kişiliği ve yazmaya kurulu zihnini eliyle en uyumlu hale getiren yeteneği, ona hayatı boyunca düşman kazandırdı. Bu sebeple ki, hem Bir Avuç Gökyüzü hem de Büyük Gözaltı, öz yaşamsal ve sadeliğin ihtişamı formundaki en iyi iki romanımız olduğu gerçeğini yazarının kişisel şöhretinin gölgesinden çıkıp bir türlü okura anlatamadı. Çünkü o Çetin Altan’dı, romanlarını yazdığı 1972-1973’te artık milletvekili olmasa, büyük mitinglerde konuşma yapmasa da, gazetelerde yazdırılmasa da… O kadar iyi yazıyordu ki, Türkiye’deki edebiyat kanonuna şekil verenler makaleciliği romancılığının önüne geçen Çetin Altan dosyasının kapağını açmayarak, bu iki romanın da 1970’lerdeki fırtınasının yaşanıp dinmesini hayatın doğal seyrine terk ettiler. Gerçekte ise Türk edebiyatının tam da ihtiyacı olan şey Çetin Altan’ın yaptığı gibi öz yaşamsal ve sadeliğin ihtişamıyla hazırlanmış romanların iyi örneklerinin sayısını çoğaltmak olmalıydı. Bunun yerine hem Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı başta olmak üzere edebiyatına konu olan Türk aydınının aslında solunun kendi solunu bir türlü tutturamayan habis ve kısır kavgaları sürüp gitti. Bir taraftan da hızla kapitalistleşen yazı dünyasında, Çetin Altan’ın romanları işsiz kalmış gazetecinin yaşama tutunmak için bir dönemin sol çilesini nakşettiği ama ve sadece o döneme ait roman denemeleri diye etiketlendi.
Romanları yazarın gölgesinde kaldı
Aslında edebiyat çevrelerinin Çetin Altan’ı görmezden gelişleri kadar Çetin Altan’ın da kendine taktığı çelmenin de bu iki romanın daha çok okunup, daha iyi anlaşılmamasında payı büyük. Çetin Altan, on binlerce makale yazdı ama bir defasında bile sözü kendi romanlarına getirip Türk edebiyatında izinden gidilseydi bugün bir değil beş Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yapabilecek bir edebi yolu açtığını ama izleyen olmadığını dile getirmedi. Bir de her gün her biri roman tadında makaleler yazarak okurunu tembelleştirdi. Bu, arkası yarın tadındaki hayata dair yazıları sebebiyle okurları Çetin Altan’ın bu iki romanını okumayı bir çeşit tembellik olarak gördü. Dünyada hiçbir yazar yok ki Çetin Altan gibi gazete makalesi yazıyorum diyerek her gün hem gazete makalesi hem de binlerce sayfalık modern bir romanın yeni sayfasını yazmış olsun. Altan’ın tüm makalelerini ardı ardına okursanız, yazarın beyin makinasının belki onun dahi farkına varmadığı şekilde her gün bir roman bölümü yazdığını anlarsınız. İnanmayan arşive sorabilir…
Bir başka açıdansa Çetin Altan’ın bu iki romanı incelenmediği için de okurun radarından bir zaman sonra kaçmış duruyor. Büyük Gözaltı, Çetin Altan’ın bir insanın yaşadığı acıları çocukluğundan itibaren açık bir zihnin kaydediciliğinde hafızasına aldığında, hayatın nasıl anlamsızlaştığına ilişkin en edebi örnek. Bir bakıma Galatasaray’da eğitim almış Çetin Altan’ın bu Fransız okulundaki Fransız edebiyat eğitiminin de eseri. Zira Büyük Gözaltı, Fransız edebiyatının ilk büyük romanı Rousseau’nun yine kendi yaşamanı anlattığı İtiraflar’ından derin izler taşır. Yani Türk edebiyatının aydınlanma döneminin en önemli romanlarından sayılır. Ama sorun o… Sayılmadı ve sayılmıyor.
Oysaki hiçbir yazarın kolay kolay yapamadığını başaran Çetin Altan, kendini okurun karşısına çırılçıplak koydu. Çocukluğundan başlayıp ergenliğine kadar olan dönemi gün gün satır satır anlatan roman, aslında o dönemin çocuklarının değil, çocuk olma o yıllarda da bugün de aynı sıkıntı ve sorunlarıyla değişmediğinden tüm zamanların romanı oldu. O romanda işkencecilerin arasında insanın ancak kendi çocukluğuna dönmesi, kişinin küçüklüğünden itibaren hayatı anlamakta ne kadar derinleşirse hatıra denen kuyunun da o kadar zengin bir suyunun olduğu ve zor zamanlarda yaşam enerjisi verdiğini anlatmasıyla önemli oldu. Ya da olmalıydı…
Anlatılamadı anlaşılamadı
Bir Avuç Gökyüzü’nde ise kişinin kıstırılmışlığını özellikle de aldatmasını ve aldanmasını ele alışı var. Hapse gireceği kesin kişinin yani Çetin Altan’ın o kıstırılmışlık duygusuyla özgür zamanlarında yapmayacağı, bakmayacağı, beraber olmayacağı şeyleri yaşamın tadını ve özgürlüğün kıymetini anlatarak yapışı hikaye ediliyor… Yine bu özgürlüğün elinden alışına karşı insanın direnişi zaman değişse de değişmeyen niteliğinden ötürü evrensel romanlar sınıfına girmesini sağlamalı. Ama bugün bile bir okuma listesi yapıldığında Çetin Altan’ın bu iki romanını bulmak adeta imkansız. Bunun sebebi o iki romanın Çetin Altan’ı siyasi kişiliği, o dönemin siyasi iklimi düşünüldüğünde yayımlandığında özellikle sol genç kesimin popüler edebiyat nesnesi oluşu diye gösteriliyor. Yani Çetin Altan’ın 1970’in baskıcı ve sallantılı Türkiye’sini resmettiği iki romanı dönemin popüler kültürüne sol bir derinlikle katkı yapmanın ötesinde Türk edebiyatı için anlam taşımıyor. Gerçekte ise Çetin Altan’ın bu iki romanı, ne güne değin denenmiş ve başarılı olmuş bir çabanın en iyi örnekleri olarak taktir görmüş… Ne de var ettiği bu edebiyat türü tanımlanarak yeni yazarların onun peşinden gitmesine özendirilmiş. Çetin Altan da her gün gazetede üreten, aslında kendini (bana da telefondaki sohbetlerimizde birkaç kez ‘kızarak’ ilettiği gibi) romancı değil de tiyatro yazarı olarak gördüğünden, bu romanların büyüklüğünün üzerine gitmemiş. İşte bu tür bir gözden kaçış da dünya edebiyatında neredeyse örneğine rastlanmayan bir durum. Sizin edebiyatınızın kendini anlatmak ve otobiyografik olarak bir roman dünyası kurmak konusunda Büyük Gözaltı, bir baskı rejimini insanın normalde yüzüne bakmayacağı eylemleri son kez yapmanın tadına vararak saçmalık teorisi haline getiren Bir Avuç Gökyüzü gibi iki büyük romanınız olacak ve bunu dünyaya anlatmayacaksınız.
Enseyi karartmayın
İşte bu, anlatmazlık Türkiye’de yapıldı. Yazarı Çetin Altan, her gün iğne deliğinden geçirdiği imgeleriyle beynimizin ve gönlümüzün zembereğini yeniden kurarken, bir vakitler gazete yazıcılığı yapamadığından geçinmek için kaleme aldığı romanlarını okuruna o romanların popülerliği geçtikten sonra anlatmadı. Anlatmayı istemedi, kendini övmeyi sevmezdi. Edebiyat bilen de, Çetin Altan’a dair bir kıskançlıkla onun romanlarını övmeyi ve önermeyi istemedi. Böylece o romanlar, bir dönemin popüler eserleri olarak sahafların raflarını doldurdu, tozlandı… Benim gibi Türk edebiyatının neleri ıskaladığının listesini tutmak gibi bir fikri hiç yokken kendini bir anda bu çetelenin tasnifini yaparken bulanın yazılarına düştü. Hatta gönlüne yuvarlandı, kırıp döktü… Ama siz yine de enseyi karartmayın… Ben sessiz sedasız olurum yine…
“Nihayet sakladığım en büyük sırrı çözmüşlerdi. Ben aslında bir ipekböceğini kozasının içindeyken öldürmüştüm. Başka türlü kumaş dokunamıyordu, ne yapayım…” (Çetin Altan – Büyük Gözaltı)
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (11 Mart 2016)