R. F. Kuang’ın kaleme aldığı “Babil”, dünyanın çeviri merkezi sayılan Oxford’daki Kraliyet Çeviri Enstitüsü’nü merkeze alarak, bu devada merkezdeki işleyişe, Britanya İmparatorluğu’nun dünyaya hükmedişindeki rolüne, dil, tarih, sömürgecilik gibi konulara değinerek anlatıyor.
Henüz 24 yaşında olan R. F. Kuang, 2018 yılında yayımladığı ilk kitabı “Haşhaş Savaşları”yla okurlar tarafından büyük ilgi görmüş, Dünya Fantazi ve Locus gibi prestijli edebiyat ödüllerine aday gösterilmişti. Serinin ikinci “Ejderha Cumhuriyeti”, Time dergisinin hazırladığı “Tüm Zamanların En İyi Fantastik Kitapları” listesinde yer aldı. 2020 yılında “Astounding En İyi Yeni Yazar Ödülü”ne layık görülen Kuang, aynı yıl içerisinde üçlemenin son kitabı “Yaman Tanrı”yı okuyucuyla buluşturdu. Genç yazar, son olarak kısa süre önce İthaki Yayınları’ndan Güneş Becerik Demirel çevirisiyle yayımlanan, New York Çoksatan sıralamasında uzun süre ilk sırada yer alan “Babil” romanıyla karşımızda. 1928 yılında annesini, tüm Çin’i etkisi altına alan kolera salgınında kaybettikten sonra, İngiliz profesör Richard Lovell tarafından “sahiplenilerek”, Oxford Ünviversitesi’ne bağlı, imparatorluk için “çalışan” Kraliyet Çeviri Enstitüsü’nde yetiştirilmesi için Londra’ya getirilen Robin Swiftt adını alacak Kantonlu bir çocuğun zaman içinde kendini ve içinde bulunduğu ortamı sorgulayarak, sömürgecilik ve dilin buluştuğu ortak paydada kendisinin nerede yer aldığına dair cevaplar aramasını anlatıyor.
Kanton’daki kolera salgınından gizemli profesör Lovell tarafından kurtarılıp Oxford Üniversitesi’ndeki Kraliyet Çeviri Enstitüsü’nde okumaya getirilen ve Robin Swifft adını alan Çinli çocuk, başlarda önce Londra’ya sonra da Oxford’un müthiş ortamına ayak uydurmakta zorlansa da zamanla Hintli arkadaşı Rami ile birlikte gerek derslere gerek de okulun sosyal ortamına ayak uydurur. Bu süre zarfında üstü açık veya kapalı ırkçı saldırılara maruz kalmasına rağmen, erişebileceği binlerce kitap ve dile olan merakı sayesinde bütün bunları görmezden gelmeye başlar. Derslerinde başarılıdır. Soru sormaktan çekinmez. Başka arkadaşlar da edinir. Nihayetinde de Oxford’un “Babil”ine iyiden iyiye alışır.
Okulun içindeki kule, her ne kadar dünyanın çeviri merkezi olarak bir algı yaratsa da esas olayı, gümüş işleme sistemidir. Akademideki çevirmenler, çeviriyi gümüş işleme yoluyla gerçekleştirerek, anlamı zorlaşan sözcükleri gümüş külçelere işleyip dünyanın dört bir yanındaki “alım gücü yüksek” kişilere ya da ülkelere satmaktadır. Kısaca, Britanya İmparatorluğu’nun dünyaya hükmetme çarkı böyle dönmektedir. Bu aynı zamanda İmparatorluğun sömürge politikasına da ayrıca hizmet ettiği için “Babil”, Britanya’nın “altın yumurtlayan tavuğu”dur. Robin içinse sonsuz bir bilgi kaynağı, içinde günden güne gelişen öğrenme hevesinin karşılık bulduğu, dille ilgili aklına düşen ne varsa yalayıp yutabileceği bir bilgi merkezidir ve Robin tüm bu nimetlerden sonuna kadar faydalanmakta, bunun haricinde de sosyal ortamı keşfedip onun tadını çıkarmaya meyletmektedir. Fakat Robin’in Oxford’a iyice alıştıktan sonra özellikle gümüş işleme sistemi üzerine düşünmeye başlayıp da buraya ne amaçla getirildiğini sorgular hale gelince kendisini bir ihanet girdabının içinde bulur ve doğru hamleyi yapabilmek adına çok zor bir kararın eşiğinde kafasında bin bir türlü soruyla baş başa kalır.
R. F. Kuang, “Babil”de sadece çeviri dünyasının beyni olan Kraliyet Çeviri Enstitüsü’nü merkezine alarak bir sömürgecilik hikâyesi anlatıyor. Ancak bunu, kör göze parmak hesabıyla değil, ince ince işleyerek, kimlik, aidiyet, ırk meselesini de gündemine alıyor ve tüm bunları gümüş işlemenin kattığı fantastik etkeni da oyuna dahil ederek ortaya katman katman açılan, birçok konuya el atan bir roman çıkarıyor.