Kitaplarını çevirene kadar Virginia Woolf’un okur olarak hayranıydım, ama önce “Mrs. Dalloway”i, arkasından “Kendine Ait Bir Oda”yı çevirdikten ve başka yapıtlarını da çeviri aşamasına girdikten sonra bir çevirmen olarak da onun üslubunun, derinlikli dünyasının ve farklılığının peşine takıldığımı ve kolay kolay başka yazarlara geçemeyeceğimi fark ettim.
“Canım, yine deliriyorum, eminim bundan. O berbat dönemlerden birine daha tahammül edemeyeceğimizi hissediyorum. Bu kez iyileşmeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum, dikkatimi toplayamıyorum. Bu yüzden en iyisi neyse onu yapacağım… Daha fazla mücadele edemem. Senin hayatını mahvettiğimi biliyorum, ben olmazsam sen çalışabilirsin. Çalışacaksın da, biliyorum bunu. Görüyor musun, şunu bile doğru dürüst yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek istiyorum… Beni kurtarabilecek biri olsaydı, o kişi sen olurdun. Her şeyimi yitirdim, bir tek senin iyi biri olduğuna inancım kaldı geride.“
Virginia Woolf 28 Mart 1941 günü, evinde yukarıdaki satırları kocasına yazdı, sonra çıktı, yakındaki nehre gitti, ceplerine taş doldurdu, suya girdi ve intihar etti. 59 yaşındaydı. 59 yıla sığdırılmış yaratıcı bir hayatın son cümleleriydi bunlar. Basit, kısa cümleler; hayatın kendisine vereceği bir şey kalmadığını, kendisinin de artık bir şey veremeyeceğini hisseden bir insanın tükenişini anlatan cümleler, ama ne büyük bir acıyı, çaresizliği, ölüme giderken korkmadan arzulanan o büyük yalnızlığı nasıl da dışa vuruyorlar.
Kitaplarını çevirene kadar Virginia Woolf’un okur olarak hayranıydım, ama önce “Mrs. Dalloway”i, arkasından “Kendine Ait Bir Oda”yı çevirdikten ve başka yapıtlarını da çeviri aşamasına girdikten sonra bir çevirmen olarak da onun üslubunun, derinlikli dünyasının ve farklılığının peşine takıldığımı ve kolay kolay başka yazarlara geçemeyeceğimi fark ettim.
Editör, eleştirmen ve biyografi yazarı bir babanın ve sanatsever bir ailenin soyundan gelen bir annenin kızıydı Woolf. 1882 yılında Londra’da dünyaya geldi, kalabalık bir ailede, babasının kitaplarının arasında büyüdü, o kitaplardan beslendi ve evde eğitim gördü, çünkü “Kendine Ait Bir Oda”da sıkça hatırlattığı gibi o yllarda kızlara üniversite eğitimi olanağı yoktu, ancak bir-iki yüksek okul vardı gidebilecekleri. Annesini kaybettiğinde sadece 13 yaşındaydı ve bu olay yaşamı boyunca peşini bırakmayacak sinir krizlerinden ilkine yol açtı. 22 yaşındayken de babasını kaybetmesi ağır bir depresyon geçirmesine, hatta bir süre doktor gözetiminde kalmasına neden oldu. Ruhsal bunalımlarının bir diğer, açığa vurulmayan nedeni, üvey abilerinin yıllarca tacizine uğramasıydı. Evliliğiyse Woolf’un hayatını düzene sokmasına yaradı, mutlu bir evliliği oldu. Ancak gençliğinde yaşadığı bütün o travmalar yazarlık tercihlerini, üslubunu, hayata bakışını etkilemiş olmalı.
Dinlenme kürleri
Virginia Woolf’un yapıtlarını çevirirken onun kişiliğindeki özellikleri, yaşamını, acılarını, sinir krizlerini ve sonunda onu intihara götüren nedenleri -2. Dünya Savaşı başlamıştı, Londra’daki evi Alman bombalarının hedefi olmuştu, son kitabı beğenilmemişti vs.- düşünmemek elde değil. Aslında yaşamı boyunca sık sık “dinlenme kürleri” için bakımevinde kalmış, hatta sesler duyduğu, hayaller gördüğü için açık açık deli olduğunu kendisi söylemişti. İntihar da Woolf’un yapıtlarında sık sık rastladığımız bir konu.
Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” adlı kitapta topladığı konuşmalar, 1929 yılında Cambridge Üniversitesi’nde kızların gittiği iki yüksek okulda yapılmıştı. Woolf, feminizmin manifestosu olarak kabul edilen bu kitaba giren konuşmasında kadınları kendilerine rahat çalışacakları bir mekân yaratmaları, bağımsız olmaları ve kendi özgün dünyalarını kitaplara taşımaları için teşvik ediyor. İçlerindeki yaratıcılığı, yeteneği dışa vurmaları, böylece sanatın hangi dalında olursa olsun kendilerinden sonra geleceklerin önünü açmalarını öneriyor. Kadınlara fırsat verilmiş olsaydı yeteneklerini nasıl kullanabileceklerini hatırlatıyor.
Kitaplarında gördüğüm gibi Woolf’un amacı kurmacanın geleneksel kalıplarından uzaklaşmak, hayata yaklaşmak, hayatın içindeki anları yakalamak, o anlarda hayat hem müthiş güzel hem de tamamen dayanılmaz olsa da. Mrs. Dalloway’deki şu küçük paragraf ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır:“Kendini çok genç hissediyordu; aynı zamanda da ifade edilemeyecek derecede yaşlı. Her şeyin içinden bir bıçak gibi keserek geçiyordu; aynı zamanda da dışarıdan bakıyordu her şeye. Taksileri seyrederken dışarıda, uzakta, ta deniz kıyısında ve bir başına olduğu duygusu vardı içinde sürekli; bir tek gün yaşamanın bile çok, çok tehlikeli olduğunu hissetmişti hep.”
Hayatın anlamı
Romanın ana kahramanlarından Septimus Warren Smith de Mrs. Dalloway gibi çok anlamsız buluyor hayatı. İkisi de yalnız; ikisi de insanların arasında ama onların dışında. Clarissa Dalloway’in bedeni evinde verdiği partide, ruhuysa dolaşıyor, geçmişe gidiyor, bugünde oyalanıyor ama herkesin dışında durup tepeden bakıyor. Ve insanı düşündürüyor: İnsan kendi hayatının seyircisi olabilir mi? Evet olabilir, ama kaçımız başarırız bunu? Kaçımız kendimizi hayatın içinden sıyırıp bir kenarda durur, hayatı ve insanları ve hayatın anlamını düşünürüz. “Mrs. Dalloway”, çeviri sırasında bana bütün bunları düşündürdü. Delilikle akıl sağlığını ne kadar ince bir çizgi ayırdığını, aynı olaya ya da duruma her ikisinin de başka açılardan ama aynı duygularla bakılabileceğini gösterdi. Yaşadığımız hayatların çoğu kez kendi seçtiğimiz hayatlar değil bize biçilen hayatlar olduğunu, zaman içinde o hayatları kendimiz seçmiş gibi uyum sağlayıp uzlaştığımızı, ancak hayatın bir ânında, bir noktada, çok sıradan bir olayda ansızın dönüp içimize baktığımızı düşündürdü.
Görünmez olduğunu hissediyordu nedense; görünmüyordu; bilinmiyordu; ne evliydi artık, ne de çocuk sahibi; sadece öbür insanlarla birlikte Bond Sokağı’nda bu şaşırtıcı ve epeyce ağırbaşlı yürüyüşe katılıyordu; Mrs. Dalloway olarak; Clarissa bile değildi artık; Richard Dalloway’in eşiydi.
Delilik nöbetleri
Septimus’u ise kendi delilik nöbetlerinden esinlenerek yazdığını düşünüyorum. Duyduğu sesler, gördüğü hayaller aynı. Bir yazarın kendi deliliğini, kendi sinir krizlerini dışarıdan gözler gibi romanlarına malzeme yapması ne kadar acı. “Mrs. Dalloway”i okumaya devam ederken bu kitabın deliliğin ve intiharın incelenmesi olduğunu fark ediyoruz, ki bir zamanlar Woolf da aynı şeyi söylemiş kitabı hakkında. Ama daha da ötesi, Woolf yaşadığı dünyanın öznel gerçeklerini hem akıl sağlığı yerinde olan hem de olmayan insanların gözünden sunmuş bize. Bu kitapla hem hayatı ve ölümü hem aklı ve deliliği vermek istemiş, kendisinin yaşadığı iki durumu, bu nedenle de anlatımı son derece inandırıcı. Kurgu zaman ve mekân içinde bir ileri bir geri gidip gelirken olaylar da öznel ve değişken kılınıyor. Woolf’un romanlarındaki lirik dil yanında zaman zaman kahramanlarını mizahi bir dille irdelemesi de dikkat çekici. Hem seviyor yarattığı kahramanları hem de adeta alaycı bir dille zayıflıklarına işaret ediyor. Mrs. Dalloway, geri dönüşlerle Clarissa Dalloway’in neredeyse bütün yaşamını çekip yüzeye çıkarıyor; öte yandan Woolf, kendinin de üyesi olduğu toplumsal sınıfı eleştirirken aynı zamanda bütün bir toplumun aynası da oluyor roman kahramanları; İngiliz İmparatorluğunun bütün görkemli geçmişini, ama o geçmişin nasıl kayıplara karışmakta olduğunu, o kahramanların hareketlerine, düşüncelerine bakarak okuyoruz.
Mrs. Dalloway’i okuyanlar, bu kitabın deliliğin ve intiharın incelenmesi olduğunu fark ederler, ki bir zamanlar Woolf da aynı şeyi söylemiş kitabı hakkında. Ama daha da ötesi, Woolf yaşadığı dünyanın öznel gerçeklerini hem akıl sağlığı yerinde olan hem de olmayan insanların gözünden sunmuş. Bu kitapla hem hayatı ve ölümü hem aklı ve deliliği vermek istemiş, kendisinin yaşadığı iki durumu; bu nedenle de son derece inandırıcı bir anlatımı var.
Woolf’un günlüğüne yazdığı ve beni çok etkileyen bir cümleyle bitireyim yazımı: “Arkadaşlarımı kaybettiğim oldu, kimini ölüm yüzünden… Kimileriniyse sadece karşıdan karşıya geçemediğim için.”
Yazan: İlknur Özdemir – Vatan Kitap (16 Mart 2012)