“Denekler Aranıyor” başlıklı bir ilan yayımlanır gazetede; sosyal bilimler alanında yapılacak “hapishanede yaşam” konulu bir deney için on dört günlerini, sahte bir hapishanede gardiyan ya da mahkûm olarak geçirmeye hazır yirmi erkek aranıyordur. Deney sonuçları, hapishanelerdeki insan ilişkileriyle ilgili araştırmalarda değerlendirilecektir.
Psikoloji profesörü Claus P. Thon ve ekibinin “Kurgulanmış Hapishanede Özörgütlenme ve Sosyal Dinamikler” başlıklı tezi doğrultusunda gerçekleştirilecek bu deney fikrinin çıkış noktasında ise Dostoyevski yer alır. Profesörün aktardığı şekliyle, “Büyük Rus yazar Dostoyevski, Sibirya’daki bir kampta esir tutulduğu dört yılın, içinde insanlığın geleceğine dair büyük bir iyimserlik uyandırdığını söylemişti[r]. Çünkü ona göre, insan bir hapishanenin dehşetini yenebiliyorsa, her şeye katlanabilecek bir varlık olmalı[dır].”
Söz konusu gazete ilanına başvuran 127 kişiden çeşitli testler ve mülakatların ardından 21 kişi seçilir. Kişilik testlerinde toplum ortalamasıyla bire bir örtüşen değerlere sahip, bedensel açıdan sağlıklı, ruhsal açıdan sağlam, 23-43 yaşları arasında, orta sınıfa mensup ve birbirlerini daha önce görmemiş bir liste meydana gelir; cinsiyetler arası etkilenmeyi ortadan kaldırmak için yalnızca erkekler tercih edilmiştir.
Deneye katılımın en cazip tarafı, kuşkusuz, günlük 200 Alman Markı’nın verilecek olmasıdır. Ancak üniversite öğrencisi, pilot, havaalanı çalışanı, sigortacı, parekendeci, elektrikçi, garson gibi mesleklere sahip ve tesadüf ilkesine göre “gardiyanlar” ile “mahkûmlar” olmak üzere iki gruba ayrılan denekler arasındaki taksi şoförü Tarek’in bambaşka bir amacı vardır. Sağlam bir hikâye kokusu aldığı için dahil olmak istemiştir bu deneye. Bir olay nedeniyle bir yıldır hiçbir şey yazamamış ve yeniden yazı yazmaya başlamak için fırsat arayan bir gazeteci olarak o sıralar taksi şoförlüğü yapan Tarek, deneyi dışarıdan da gözlemlemeye, büyük resmi de görmeye çalışır. Yerel emniyet teşkilatının da desteğiyle, bütün “mahkûmlar” deneyin başladığı gün hiç beklemedikleri bir anda evlerinde tutuklanıp, rutin uygulamalara tabi tutulurlar. Ardından da gözleri bağlanarak “hapishaneye” nakledilirler. Ve üniversitenin bodrumunda kurulan hapishanenin kapıları kapanır… Bir başka deyişle, Tarek’in peşinde olduğu hikâye, elimizdeki Mario Giordano’nun “Deney: Kara Kutu” isimli romanının da hikâyesidir aynı zamanda.
“Deney” romanını özetlemeye çalıştığımız yukarıdaki paragrafları, şu klişe cümleyle sonlandırabiliriz sanırım: “Ve olaylar gelişir…” Açıkçası olayların ne yönde gelişeceğini tahmin etmek de, romanda esen kötücül rüzgârı hissetmek de güç değil; ne de olsa türümüzün nelere kadir olduğunu iyi biliyoruz… Belki ayrıntılar ya da “gardiyanlar” ve “mahkûmlar”ın bu deneyi ne kadar ileri götürecekleri sorusunun cevaplandırılması noktasında sapmalar görülebilir. Bu soruya da soruyla karşılık verebiliriz: “Şimdi sırada ne var, profesör?” Bu soruyu yönelten kişi 37 yaşındaki Bruno Batta. Batta (gerçek ismi değil elbette), tarihteki bir başka deneye, Eichmann ve Yahudi soykırımında yer alanlar “sadece onlara verilen görevi mi yerine getiriyordu, yalnızca bu suçla mı yargılanmalılar”ı tespit etmek üzere yapılan Milgram deneylerine katılanlardan biri… Batta, Milgram deneyinde bir deneğe mümkün olan en yüksek dozda elektroşoku vermesinin ardından, denek artık hareket etmeyince, deney yöneticisine böyle sormuş.
Sanırım bu durum, belli bir otorite karşısında insanların –ahlaki değerleriyle çelişse de– itaat etmeye ne ölçüde eğilimli olduklarının cevabı olmuştur.
Mario Giordano’nun “Deney: Kara Kutu” romanı, ilk kez Türkçeye çevrildi. Açıkçası bu romanı Türkçede ancak geçtiğimiz günlerde okuma imkânına kavuşmuş olmamızı pekâlâ bir gecikme olarak nitelendirebiliriz. İnsanın otorite ve güçle ilişkisini, iktidarın büyüsünü, itaati, seyirci kalmayı ve elbette hapishane olgusunu etkileyici bir biçimde irdeleyen bu hikâyenin, yine de, yabancısı değiliz. Bu romandan uyarlanan Alman yapımı aynı adlı film, 2002 yılında Türkiye’de de gösterime girmiş ve oldukça ilgi görmüştü. Gösterilen ilginin dünya çapında olması ise –örneğine sıklıkla rastladığımız gibi– Hollywood’u da harekete geçirmiş ve filmin Adrien Brody’li, Forest Whitaker’lı kadrosuyla bir Hollywood uyarlamasını da izlemiştik. Dolayısıyla “Deney” romanının bir uyarlama zincirine sebep olduğunu söyleyebiliriz. Hem hikâyesi hem de anlatımıyla sinemacıların gözünden kaçması pek mümkün görünmeyen romanın aslında temelinde de bir “uyarlama” yer alıyor. Çünkü “Deney”, 1972 yılında Stanford Üniversitesi’nde hapishanenin insan psikolojisine etkisini araştırmak için gerçekleştirilen, ama kontrolden çıkarak altıncı gününde bitirilmek zorunda kalan Zimbardo deneyinden esinlenerek yazılmış… Mario Giordano, bu kitabı yazmadan önce yaptığı araştırmalar sırasında itaate yatkınlık, tecrit, dayak ve beyin yıkama konularında başta S. Milgram, Ch. Browning, H. Hansen ve P. Zimbardo olmak üzere çeşitli uzmanların çalışmalarını ve Uluslararası Af Örgütü’nün yıllık raporlarını incelemiş.
Sanırım son noktayı, Tarek’in belli bir aşamadan sonra nasıl bir ruh halinde olduğunu gösteren şu cümlelerle koyabiliriz: “Şu an deliriyorum galiba, diye düşündü Tarek ve bu düşünceye, geçerliliğini koruyan son gerçekmiş gibi sarıldı. Şu. An. Deliriyorum. Sonra bir düşünce daha geldi, çok netti: Ben ölüyorum. Ben. Ölüyorum. Kesindi. Onu ya hiç dışarı çıkarmayacaklardı ya da çıkardıklarında çok geç olacaktı. Burada ölecekti. Ölüm vakti geldiğinde bir rahatlama, vurgun yiyenlerde olduğu gibi bir huzur hissi yayılır diye düşünmüştü hep, ama şimdi tek hissettiği derin bir korkuydu. Gürültülerden korkuyordu, fısıldayan seslerden, ışık harelerinden, kovadan, üzerinde yattığı ızgaradan, ızgaranın altındaki köpükten, kendi bedeninden korkuyordu ve hayatında ilk kez anlıyordu ki, korku sadece bir duygu değildi. Korku, aynı zamanda insanı öldürebilirdi ve onu öldürmeye başlamıştı bile. Evet, başlamıştı.”
* Bu yazı ilk olarak Remzi Kitap gazetesinin Mart 2012 sayısında yayımlanmıştır.
Yazı: Ceyhan Usanmaz – Başka Haber (08 Mart 2012)