Ellerinizi gözlerinizden çekin.
Hayır, rüyamı anlatmayacağım bugün size. Cesar Vallejo’nun sözlerinden söz edeceğim. Dahası, onun gölgelediği zamanlardan, hatırlattığı dillerden.
Yazmak istediğim öyküyü yazdığı, edeceğim sözü ettiği için yerinmedim; sevindim. Bana başka kapılar açtı. Gidince gör, dedi; avuntulama kendini.
Bir duygu tufanına bırakmadan kendimi, dinledim. Özleme dönüktü sözleri. Sonra kavuşmanın ilminden söz ediyordu. Kapanıp kaldığınız yerden çıkmanın düşlerine tutunun diyordu.
Madem ki kendi imgende yolcusun, unut yıkıntılarda edilen sözleri. Düşün ki, ceylanlar suya inerken çakallar nefeslerini tutar. İnsanı kederlendiren söze gitmeden önce ezgilerindeydim Alim Qasimov’un.
Şunları diyordu Vallejo:
“Ben taş kesilmiştim. Sevgi dolu kollarını boynuma atışını, beni hevesle ve sanki yemek istermişçesine öpüşünü ve yüz hatlarının acı acı ağladığını ve içime bir daha akmayacak olan sevişini gördüm. Benim duygusuz kaba yüzümü iki eline alarak, yüz yüze bakarak, sorularımı bitirircesine öyle öylece baktı. Ben de, birkaç saniye sonra ağlamaya başladım, ancak ne yüz ifademi ne de tavrımı değiştirmeden: gözyaşlarım heykelin gözkapaklarından dökülen saf suya benziyordu.”
Gördüğünü görememiş, hissettiğini hissedememiştin. Ayazda yürek dedikleri de buydu işte. Duygularınızda kaskatı kesilenin nasıl bir korku yumağına dönüştüğünü anlamak için yeni diller öğrenmen gerektiğine karar veriyorsun işte o karşılaşmadan sonra.
Hatırlayan bir bakışa dönüyorsun gene onun şu sözleriyle:
“Kar durdu. Gökyüzü siyah vey ere yakın gözüküyordu. Rüzgâr da şiddetli bir şekilde esmeyi bıraktı; atmosfer hareketsiz ve oldukça boğuktu. Kuzey’in dağlarında, gündüzmüş gibi, sakin ve göz mavisi bir berraklıkta, ufuk çizgisi görünüyordu; ama kutup ışıkları henüz ortaya çıkmamış ve karanlık büyük siyah kanatlarıyla sıradağlarda kol geziyordu.”
Kaç kez çağırmıştı seni Peru yolculuğuna. And Dağlarının büyüsünü anlata anlata bitirememişti. Dağlara küstüğün mevsimdi. Gidemedin. Aşk yaban kılar bazen sizi, dağlarınızdan koparır.
Bilirdin ki, bilgelik isteyen şeydir yanmak! Bir ermişin diliyle konuşmuyordunuz onunla. Gene de ayrıksı sözler ederdi. Savrulmalardaydı. Mucize bekler gibi yaşamak derdin onun gidiş ve hüsranla dönüşlerine.
“Her dilde yaşamak,” dese de; inandıramıyordu kendini kendi yaşadıklarına da.
Bir insan ömrüne savrulmalar böyle gelirdi demek… Nasıl ki her kopuş bir bağlanışı getiriyorsa… Ama şimdi ertele bunu anlatmayı, dön Vallejo’nun sözlerine:
“Sakin anlatıcı ağlamak istiyor. Geçmişi açık bir şekilde yeniden yaşadığı belli çünkü gözleri buğulanıyor ve ruhundaki gözyaşlarını sesinde belli etmemek için bir süreliğine susması gerekiyor.” (*)
Şimdi, önünde duruyordu Vallejo’nun anlatısı. Yoldan sapmışlığı anlatıyordu. Bir de insanın koyunlaşma halini. Oysa derdin ki ona da; dünyayı kendin kılmak için değil, kendin dünyalı olmak için gitmelisin.
Sonra anlatırdın da; keşif duygusunun yolunun nerelerden geçtiğini.
Kitaptan altını çizdiğin satırı ona yazdığın mekbubuna epigraf yapıyorsun:
“Yolları uzunlamasına ve çapraz olarak, iplik iplik ayırmak ve böylelikle gerçeğin yoluna çıkıp çıkmayacağımı görmek benim elimdeydi.”
Gene de aklında tuttuğun sözü sona saklamıştın.
Zambiya, Beyrut, Barselona, Paris, Viyana ve derken Berlin… Aidiyetini arayan biri için az bile dediğini hatırlıyorsun. Kaybedileni aramak… Kendi dışında herkese koşan birinin telâşını görüyordun gözlerinde. Örterek yaşamanın adını “kendi yordamım” diye tanımlıyordu. Şarkısı yoktu. Ona tutup bir şiir okumuştun bir zamanlar. Şimdi bunu hatırlatan şairlesin günlerdir. Şöyle diyordu o da:
“söyledim sana
bir gülümseyişle ve sen
yanıtlamadın
ağzın sanki
kıpkırmızı bir müzik teli
Gel buraya
Hey sen, bir gülümseyiş değil midir hayat?
söyledim sana
bir şarkıyla ve sen
dinlemedin bile
gözlerin vazosu gibidir
ilahi sessizliğin
Gel buraya
Hey sen, bir şarkı değil midir hayat?
söyledim
sana ruhumla ve
sen merak bile etmedin
yüzün sanki bir düş kapanmış
tertemiz kokularla
Gel buraya
Hey sen, aşk değil midir hayat?
söylüyorum
sana bir kılıçla
ve sen suskunsun
göğüslerin sanki bir türbe
çiçeklerden daha narin
Gel buraya
Hey sen, yok oluş değil midir aşk?” (“Oryantal I”, E.E. Cummings, Çev.: Samet Köse)
İç çekişleri bırakıp gitmeli insan. Bizi karşılayan sözlerle nerede ne zaman buluşacağı belli olmaz.
O zaman burada an o cümleyi:
“Kendini dünyanın gidişatına göre ayarlasaydın!”
Evet, belki de bütün bunlar olmazdı. Yaşamazdın onca savrulmayı, koyunların suya inişine benzerdi halin. Ama sen ceylânların telâşını seçtin!
(*) Ölçekler, Cesar Vallejo; Çev.: Beyza Fırat, 2019, Ketebe Yay., 111 s.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (9 Mart 2021)