“Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul bir adam değilim ben. Kötü adamı sevdim ben, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinekkaydı tıraşlı, kravatlı adamlardan hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, düşleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları.”
Amerikan Ordusu’nun bir çavuşu, Polonya asıllı Heinrich Karl Bukowski, I. Dünya Savaşı sonrasında görev icabı Almanya’ya gider ve orada tanıştığı Katharina ile evlenir. 16 Ağustos 1920 günü bir oğulları olur, onun adını da Heinrich koyarlar. Genç çift 1923 yılında Amerika’ya yerleşir. Önce Baltimore, ardından Los Angeles’te kendisine bir gelecek arayan Heinrich, oğluna dünyanın kaç bucak olduğunu öğretmeye kararlıdır. Nitekim, adını önce Henry ardından Charles olarak değiştiren Bukowski, sert, acımasız, isyankâr dilinin altında, altı yıl boyunca haftada üç kez babasından yediği dayakların yattığını itiraf edecektir.
“Gerçekten yaşayabilmek için birkaç kez ölmek gerek.”
Los Angeles şehrinin kenar mahallerinde büyüyen, içine kapanık, utangaç genç, iki yıllık gazetecilik ve yazarlık eğitiminden sonra New York’ta tutunmaya çalışır. Yazar olma hayallerinin kolay kolay gerçekleşeme-yeceğini zor yoldan öğrenen Charles, yeniden Batı’ya döner ve içkinin merhametine sığınır. On yıl sonra ölümcül bir mide kanaması geçirince içkinin bir melek, bir kurtarıcı olmadığını anlayacak, ancak bağımlılığı devam edecektir. Bukowski bulaşık yıkar, kamyon sürer, bekçilik yapar, fabrikalarda, mezbahalarda çalışır. Mutsuzluğunu, umutsuzluğunu, kazan-dığı her kuruşu barlarda içkiye harcayarak unutmaya çalışır. Sonra nispeten daha düzenli bir iş bulur, postacı olur. Yine de işinden nefret eder, istifa eder, ardından özür dileyip yine aynı göreve dönmek için mücadele eder.
Bukowski elli yaşına geldiğinde kadınların yüzüne bakmadığı, beş parasız bir adamdır. İçini kavuran ateş onu yeniden şiir yazmaya iter. Ve bir gün karşısına Black Sparrow – Siyah Serçe adlı az satan bir derginin sahibi olan John Martin çıkar. John, Bukowski’nin şiirlerindeki öfkeyi, isyanı fark eder ve tüm şiirlerini yayınlamaya başlar. Postanede çalışmaya devam eden, ancak bu sefer barlara takılmak yerine geceleri evine kapanıp sarhoş halde şiirlerini kusan Bukowski, aslında edebiyat dünyasında bambaşka bir tarz yaratmaktadır.
“Kimi zaman yataktan kalkar ve bu kez başaramayacağım diye düşünür, fakat geçmişte kaç kez böyle hissettiğinizi hatırlar, içten içe de gülümsersiniz.”
Bukowski’nin ilk öyküleri kaba seks ve şiddet sahnelerinden ibaretti. Gençliğinde yaşadıkları ona sokağın dilini öğretmişti. Her gördüğünü sansürsüz yazma yetisine sahipti. Okurlarını müstehcenlikle, argoyla, boş vermişlikle baştan çıkarabiliyordu. Bir keresinde Bukowski’nin dili şöyle tanımlanmıştı: “Pek az ince işçilik, tek tük seçme söz, karakterinden kopup gelen zalim bir dürüstlük.”
“Bazıları hiçbir zaman kafayı yemezler. Ne korkunç bir hayat bekliyor onları.”
Elli üç yaşında, henüz şiir dünyasında adını yeni duyurmaya başladığı günlerde ilk söyleşisini yapar ve kendisinin dünyadan gizlenen bir keşiş olduğunu iddia eder. Hemen ardından “Keş ve Keşiş” olarak düzeltir sözlerini. “İnsanları neden sevmiyorum” diye sorar, “Kim insanları seviyor ki” diye cevaplar kendini.
Daha sonraki yıllarda “solcular da sizden hoşlanmıyor ama” diye itiraz eden bir muhabire, “Amerika’daki solculardan bahsediyorsanız onlar tuzu kuru tiplerdir. Tek dertleri daha iyi bir iş bulmak ya da esrar çekmek… Arabalarına yeni lastik almak, kokain bulmak ve diskoteğe kapağı atmaktan başka derdi olmayan slogan çocukları. Medya onlara olmadık payeler yüklüyor. Aslında hayat mücadelesi nedir bilmeyen tiplerden bahsediyoruz burada” diye cevap verir.
“Onları çok iyi tanımadığınız sürece insanları tabii ki sevebilirsiniz.”
Gerçek anlamda yazarlığa ilk adımlarını elli yaşında, Black Sparrow dergisinden aldığı birkaç yüz dolarla başlayan ve postanedeki görevinden son kez istifa eden Bukowski’nin ilk romanı tam on yıl sonra Post Office – Postacı (1971) adıyla yayınlanır. Bu eseri sırasıyla Factatum (1975), Women – Kadınlar (1978), Ham on Rye – Ekmek Arası (1982), Hollywood (1989) ve Pulp (1994) takip eder. Tüm eserleri Türkçeye çevrilmiştir.
“Demokrasilerde önce oyunuzu kullanırsınız sonra emrederler, diktatörlükte oy kullanmanıza gerek kalmaz.”
Yazdıkları milyonlarca satmaya başladığı yıllarda yakın arkadaşı aktör Sean Penn ile bir söyleşi yapan Bukowski artık olgunluk çağındadır. Şiir ve şairler hakkında ne düşündüğünü şöyle açıklar dostuna: “Okulda çocukların hep şiirle alay ettiklerini görürdüm. Neden? Çünkü şiir zorlama bir üretim. Asırlarca züppece bir uğraş olarak kalmış. Fazla narin, fazla değerli. Aslına bakarsan pek çoğu süprüntüden ibaret. Belki Ezra Pound’dan, ya da T.S. Eliot’tan bahsedebiliriz. Onlar da artık yoklar zaten. Şairler esas itibariyle kavga gürültü sevmeyen, yarı eşcinsel varlıklardır. Çizmelerini çıkarıp sokağa salsan, o şairlerin pembe popolarına şaplağı indirirler. Ben evine giden fabrika işçisine bağırıp çağıran kadınları, günlük hayatın basit detaylarını yazarım şiirimde. Asırlardır dile getirilmemiş gerçekleri…”
Söyleşi yaparken kendini sıkışmış hissettiğini vurgulayan Bukowski, “Utanıyorum, bu nedenle kimi zaman da yalan söylüyorum. Beni tanımak istiyorsanız bu söyleşimi de okumayın. Yok sayın…” der bir keresinde.
Şiirlerini nasıl yazdığını soranlara ise “daima sarhoş kafayla” diye cevap verir. “Daktilomun başına oturur ve makineli tüfek gibi yazmaya koyulurum. Nereden başlayacağımı düşünmem. O anda içimden ne gelirse onu yazarım.”
“Bazılarının aklı tutulur ve yalnızca ruh olurlar, yani kaçık.
Bazıları ruhunu kaybeder, sırf akıl olur, yani entelektüel.
Bazıları ikisini de kaybeder ve hoş görülür.”
Son yıllarında Bukowski’nin yaşam tercihlerinde bazı değişiklikler olur. Örneğin, “Artık barlara gidip maço takılacak yaşı geçtim” diyecektir. “Bir bar görsem kusacak gibi oluyorum artık.” Neden yazarken sürekli içtiği sorulduğunda ise, “Alkolün eninde sonunda yıkıcı bir yanı olduğu açık… Ama ben utangaç biriyim. Ancak sarhoş olduğumda özgür olabiliyorum” diye cevap verecek ve şöyle devam edecektir: “Sigara içmeyi de seviyorum. Alkol ve sigara birbirini dengeler. Sigara içmekten parmaklarım sararmış, Tanrım, ciğerlerim ne halde olmalı!”
“İki nokta arasındaki en kısa mesafe çoğu zaman çekilmezdir.”
Özellikle şöhret olduktan sonra hayatına kaç kadın girdiğini hatırlamayan Bukowski’nin, kırk yaşındayken Frances Smith adındaki sevgilisinden bir kızı olur. Genelde kadınlarla uzun ilişkiler kuramayan ünlü şair altmış altı yaşında Linda Blair ile tanışır. Geri kalan ömrünü Linda ile geçiren çılgın adam, bu son sevgilisiyle 1985 yılında evlenir ve San Petro Kaliforniya’da kan kanserinden ölünceye kadar onunla evli kalır.
Şiirlerinde, öykülerinde, romanlarında daima kural tanımazlığı, boş vermişliği, şiddeti ön plana çıkaran, aylakları, kaybedenleri sürekli kutsayan Bukowski’nin gerçekte yaşamı boyunca en çok eser veren yazarlardan, şairlerden biri olması ve kendini insanüstü disiplinli, titiz ve özverili bir çalışmayla işine vakfetmesi adeta ironik bir tablo oluşturur.
Binlerce şiir, yüzlerce öykü ve altı roman sahibi Bukowski yaşamı boyunca kurulu düzene, beyaz yakalılara, iş hayatının bencil uygulamalarına karşı durduktan sonra, adına kurulan internet sitesi gerçek bir pazarlama makinesi gibi çalışmaya başlar. Gelecekte her söylediğinin, her yazdığının paraya çevrildiği bir sanal marketin satış ikonu, markası haline geleceğini bilseydi, yıllarını barlarda sabahlayarak geçiren genç Charles acaba ne hissederdi?
“Dünyanın asıl sorunu, akıllı insanlar şüphe duyarken aptalların son derece kendinden emin olabilmesidir.”
Hasan Saraç – edebiyathaber.net (25 Haziran 2013)