Arjantin’de Peron’un sahneden çekilip, devrim hayallerinin sıkça kurulduğu zamanlar, işkenceler, ortadan kaybolmalar, devlet eliyle ölmeden yani darbeden hemen öncesi. Ernesto Marrone, Che Guevara Birliği’nde dokuz aylığına devrimci oluyor. Sonrası mı? Tam bir unutuş ve inkâr tarihi…
Devrimcilerin ne kadar muhteşem karakterler olduklarını anlatan bir roman değil Che’nin Birliği. Arjantin’in sık ağaçlarla kaplı ormanlarında kır gerillası olarak dokuz ay boyunca görev yapmış ve sonrasında burjuva hayatına sıkı bir şekilde dönen Marrone’nin yaşamını aktarırken, yetmişli yılların tüm dünyayı kasıp kavuran hareketli günlerine götürüyor bizi. Carlos Gamerro’nun hem sistemi hem de dönemin devrimcilerini eleştirdiği romanı bir yandan aşkla yoğrulurken bir yandan da yitirmenin ve unutuşun hikâyesini aktarıyor.
Doksanlı yıllarda reklam ajansları, gazeteler ve çeşitli holdinglerin başında görüp şaşırdığınız eski solcuları anımsayın. Eğer yetmişli yıllarda sol gruplardan biriyle hareket etmiş ve bunun devlet nezdinde ceremesini çekmiş iseniz onlara bakış açınız biraz acıma ve biraz da öfkeyle olmuştur sanıyorum. Gerçi bu tayfanın devam niteliğinde “güne ayak uyduran takımyıldızları” yeni versiyonları hala boy gösteriyor ancak yine de “dava”ya ihanet olarak nitelemekten çok başka türlü bir gözden düşme boyutu var artık. Marrone, doksanlı yılların başında, kariyerinde en tepeye gelmiş, davasını çoktan saman altı etmiş ve parasının keyfini süren adamlardan. Uykusuzluğunun yakasını bırakmadığı gecelerden birinde on altı yıldır sakladığı çantasını açıyor ve içinden bir günlük, çeşitli mektuplar ve yazılar çıkarıyor. O okumaya başladıkça yetmişlerin Arjantin’ine gidiyoruz. Kır gerillaları yoksulluğu ortadan kaldırmak ve sömürü düzenini bitirmek için devrim yapmayı planlıyor. Sanıyorum bu da size çok tanıdık gelmiştir, çünkü o yıllarda Türkiye’deki devrimciler de bundan farklı bir hayalin peşinde koşmuyorlardı. İşte o evrak çantasının içindekilere dokundukça Marrone’nin hiç bilmediğimiz geçmişine uzanıyoruz.
Marrone, dev bir inşaat şirketinde terfi etme hayalleri kuran beyaz yakalı, otuz yaşında, evli ve iki çocuklu bir adam. Arjantin’de Peron’un sahneyi terk etmesinden sonra oluşan boşlukta çeşitli fraksiyonların bitmek bilmez kanlı mücadelelerini uzaktan izlemekle yetinen, bulabildiği kişisel gelişim kitaplarını (Nasıl Arkadaş Kazanır ve İnsanları Yönlendirirsiniz, Yönetici Tao vb) tuvalette bile okuyan ve bu yolla bir gün mutlaka üst kademede bir mevki edineceğini düşleyen, huzursuz bir insan. Patronu Tamerlan’ın peronist örgüt Montoneros tarafından kaçırılmasından sonra ise dokuz aylığına hayatı tümden değişiyor. Tamerlan’ın karısı, kocasını fidye için kaçıran örgüte sızmasını ve böylece eşini sağ salim eve getirmesini istiyor. Bir çatışmadan sonra kendini devrimcilerin karargâhında bulan Marrone, bundan sonra eve dönmesinin imkânsız olduğunu öğreniyor ve uzun yıllar önce tanıdığı Maria Eva’ya tekrar âşık oluyor. Bundan böyle köylülerle kimi zaman dayanışarak, kimi zaman onlardan kaçınarak kır gerillası olarak yaşamaya başlıyorlar. Birliklerinin adını da Che Guevara Birliği koyan örgütte Marrone’nin kod adı Che’in Bolivya’da kullandığı Ramon oluyor ve kendini bu efsane isimle özdeşleştirmeye başlıyor.
Arjantin o dönemde olağanüstü karışık. 3A dedikleri, sol görüşlü politikacı, aydın ve sanatçıları öldüren bir örgüt olduğu gibi, Devrimci Halk Ordusu, Montoneros, Peronist Gençlik, gibi pek çok devrimci sol örgüt ve yapılanma mevcut ve onların da elinin boş durduğu söylenemez. Biz yine Marrone’ye dönelim. Bir anda terfi hayalleri suya düşen, kariyerini ve ailesini kaybeden yeni devrimci adamımız çatışmada ağır yaralandığı için günlerini kitap okuyarak geçirmeye başlıyor. Goriot Baba, Öjeni Granda, Kırmızı ve Siyah, Sartre’dan Bulantı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Yüzyıllık Yalnızlık, Artemio Cruz’un Ölümü, yine Carlos Fuantes’ten Mario Vargas Llosa’nın Katedralde Konuşması’nı, Nazım Hikmet’i ve daha pek çok kitabı yalayıp yutuyor. Bu okumalarının ardından Marrone’de bir başkalaşım yaşanıyor, yeni bir kimlik, yeni bir insan ve eskinin inkârı… Devrimci arkadaşlarıyla akşamları okuduğu kitapları tartışmaya bayılıyor Marrone, özellikle de Maria Eva’yı can kulağıyla dinliyor. Örneğin Proust’u burjuva sınıfından görüyor ve onun şömine başında yazdıklarının tüm toplumu kapsamayacak ölçütte olduğunu düşünüyorlar. Değişiyor Marrone. En azından dokuz aylığına davaya gönlünü vermiş bir devrimciye dönüşüyor. Aralarında şöyle bir muhteşem diyalog geçiyor:
“Peki o zaman… Proust’u ne yapacağız? Yakacak mıyız?
“Ne münasebet! Kitap yakmak bizim değil onların huyu. Biz bekleyeceğiz.
“Neyi?”
“Herkesin onu okuyabilmesini. Proust’un herkese göre olmasını. Yoksa o da başka bir sınıf ayrımcılığı olur.”
Bu romanı okurken aklımdan sürekli Türkiye’nin 68 Kuşağı geçti ama özellikle Nurhak Dağları. Tuncer Sümer’in kaleme aldığı Erikler Çiçek Açınca, bir kurgu değildi elbette. ODTÜ’nün 201-202 no’lu odalarında başlayan Filistin’e, Diyarbakır Cezaevi’ne ve Nurhak Dağlarına uzanan hüzünlü bir öykü gibi. “Yorgunduk ama çok mutluyduk; çünkü Sinan Hoca gelmişti ve dağa çıkıyorduk. Devrim yapacaktık. Bu inancımız çok büyüktü. Mustafa Yalçıner, Osman Arkış, Semir Orcan, Kadir Manga, Ahmet Erdoğan, Atilla Keskin, Sadık Soysetenci, Mehmet Nakipoğlu, Sinan Cemgil, Tayfur Cinemre ve Tuncer Sümer. Dağlardaydık artık.” Ne yazık ki kır gerillalarının sonu, Che’nin Birliği’nin karakterlerinden farklı olmuyor. 31 Mayıs 1971’de Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan katlediliyor, diğerleri yakalanıyor, yaralanıyor ve hapse atılıyor.
Marrone’nin Che Guevara Birliği’nde yaşadığı tartışmalardan birisi de yine Che’ye özenerek tuttuğu günlük yüzünden meydana geliyor. Haliyle yakalanırlarsa, yakalanmayan diğer örgüt üyelerinin deşifre olma ihtimali var, bir yandan da Che’nin günlük tuttuğunu biliyorlar ve ikilemde kalıyorlar. Nihayetinde günlük Marrone’de kalıyor ve onun on altı yıl sonra kendisiyle yüzleşmesinin önemli bir aracı oluyor. Bu durum beni yine aynı kitaba, Erikler Çiçek Açınca’ya götürdü. Çünkü aynı olay Nurhak’ta da yaşanıyor. Mustafa Yalçıner kimseye hissettirmeden günlük tutuyor ve yakalandığında defteri üzerinde buluyorlar. İşin kötüsü, diğerlerinin deşifre olmasında büyük katkısı oluyor günlüğün. Bu kitabın yazılmasından aylar sonra Tuncer Sümer’e arkadaşına kızıp kızmadıklarını merakla sormuştum. Kızmadıklarını öğrenmek beni şaşırtmıştı doğrusu ama sonradan düşününce, o günlerde yapılan tüm devrimci hareketin içinde en ufak bir art niyet olmadığını görebiliyorum, en azından Nurhak Dağ Kadrosu için bunu gönülden söyleyebilirim.
Arjantin’de darbe oluyor ve Marrone’nin ilk ve son şehir gerillası günü başlıyor. Sonrasında ise katışıksız bir kapitalist olarak yaşamına devam ediyor. Romanın sürprizini bozmak istemiyorum ancak son bir şey söyleyeceğim. Maria Eva ile Marrone’nin son karşılaşmasından sonra bu adamdan nefret edeceklerin epeyce fazla olacağını söyleyebilirim. Arjantinli yazar Carlos Gamerro’nun ilk kez Türkçeye kazandırılan eseri Che’nin Birliği Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Keyifli okumalar.
Serap Çakır – edebiyathaber.net (10 Eylül 2015)