“Ne yapacağım ciddi ciddi soruyordum kendime,” böyle diyordu Christa Wolf’un son romanı Melekler Şehri’nin anlatıcı-kahraman’ı. Evet, biliyorduk ki; onun yaşadığı/başından geçenler Wolf’un yaşayıp ettikleriydi! Özyaşamsal izlerin derinlikli biçimde hissedildiği roman, Ekim 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrası bir sürecin anlatımıyla başlıyor.
Kahramanımız 1993’te dokuz aylığına ABD’ye gitmiştir. Aldığı burs onun bir araştırma yapabilmesi içindir. Los Angeles’ta bir araştırma merkezinde kalmakta ve çalışmaktadır. Orada, dünyanın farklı yerlerinden gelen çeşitli çalışmalar yürüten yazar/bilim insanı vardır. Zaman zaman bunlarla da yakınlık kuran/görüşen anlatıcı-yazar kahramanımız, kim olduğunun ardına düştüğü, elindeki “L”nin mektuplarına da ara ara göz atıp, onunla hatırladığı zamanlara dönmektedir. Kendi öyküsüyle kesişen noktalardan da söz etmektedir. Ama bu arada da geriye dönüşler/hatırlamalarla geçmişin/yaşanmış ânların sorgusuna yönelmektedir. Doğu Almanya’nın çöküşü, Batı’yla birleşmesi onu bir ânda “vatansız” kılsa da; yaşanan süreçteki rolü, sistemin işleyişinde üstlendiği misyon, edindiği görev bir biçimde açığa çıkıp basının/kamunun ilgi odağı olunca da; uzaktan da olsa bu duruma müdahil olmak ister:
“Kaliforniya’daki bir akşamı hatırlıyorum. Sıcaklığın 25 dereceye kadar yükseldiği Noel günleri geride kalmıştı. Sosyal hayat tavsamıştı, kimse akşamları birbiriyle buluşmak istemiyor gibiydi. Belki de bir tek ben kendimi yalnız, hatta dışlanmış hissediyordum. CENTER’den yanıma bir yığın gazete ve faks sayfası almıştım, kendimi korumaktan vazgeçtim, değişik dillerde benim vakamla ilgili çıkmış makaleleri ve raporları birbiri ardına okudum. Bu konudaki haberler, sadece Almanya’da değil, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde de radyo-televizyon ve gazeteler kanalıyla duyulmuştu.
Uzunca bir süre tereddüt ettikten sonra Berlin’e telefon ettim, kimse duymadı, bütün tanıdıklarımı neşeli bir grup halinde hayal ettim, ışıklı bir barda kadeh tokuşturuyorlardı. Ne yapacağımı ciddi ciddi sordum kendime.” (s.253)
Anlatıcının gelip odaklandığı bu durum, aslında, Wolf’un neredeyse Melekler Şehri romanını yazma gerekçesidir de.
Elbette ki roman çok başka şeyler de anlatmaktadır. Wolf, bir bakıma, “melez anlatı” kurmuştur. Anısal çağrışımlar, sürüklenen zamanın güncesi, yerin tanıklığı, hatırlanan geçmişin sorgusu, yazılan anlatının kaydı, izine düşülen “L”nin mektuplarının yer yer okunuşu, anlatıcının bilinçlilik durumunun kaydı.. Bilinç-akışının bu anlatının anlam/anlatı dokusunu oluşturması ve anlatı zamanıyla anlatılan zaman arasındaki gel-git…
Romancının Sorgusu
Christa Wolf, yaşamının son dönemecinde özeleştirel bir roman yazmıştır. Bu, aynı zamanda, onun romancılığının da bir manifestosudur.
Anlatısını getirdiği yerde, kahramanını zaman sorgusunun kollarına bırakır adeta: “Yatağıma yattım ve bir savunmada ihtiyacım olabilecek kanıtları bulmak için kendimi zorladım. Bulamadım. Dr. Freud’un Paltosunu bir ucundan yakalayamadım. Bir girdaba kapıldığımı, tehlikede olduğumu hissettim. Girdabın dibi, artık mevcut olmayacağım yer, bana çok çekici geldi, tek olanaktı. Bunu nasıl yapacağımı düşündüm ve biraz dikkatim dağıldı. Başkalarına böyle bir derdi yaşatmamam için beni uyaran, en azından ertesi günü beklememi öneren iç sesim pek boğuktu. Birkaç tane uyku hapı yuttum, ama fazla sayıda almamaya dikkat ettim.” (s. 253)
Bu sanrılı durum onun bilinçlilik ânının içsöyleşimini de getirir ardından:
“Uyudum, ya da kendimden geçtim ve ölümümü yaşadım. Rüya değildi, farklı bir tadıştı. Ayaklarımdan başlayarak bütün uzuvlarım soğuyordu, bilincim açıktı, neler olduğunu biliyordum, gözlerim açıkken gitgide katılaştım, ölmüştüm, ama hâlâ görebiliyordum, çevremi görüyordum, duvarları, pencereleri, kendimi de geniş bir yatakta yatarken görüyordum. Kötü değildi. Uyandığımda etraf henüz karanlıktı, ölmüş olmadığıma kendimi inandırabilmem, o katılıktan çıkabilmem epey vakit aldı. İnsan ölünce nasıl olduğunu şimdi biliyorum, diye düşündüm ve artık korkmuyorum. Azıcık teselli bulur gibi oldum.” (s. 254)
Dönülen anlatı zamanında ise, günleri hatırlayışa yönelir gene.
Wolf, usta bir anlatıcıdır. Romanını geniş zaman/anlam katmanları üzerine kurar. Kahramanını ben-anlatıcı ile sen-anlatıcı git-geli/dönüşümü ekseninde konuşturur. Bu geçişleri de öylesine ustalıkla yapar ki; romanın/ın sorgulayıcı öğesi asıl o dönüşme durumu/ânlarında başlar. Bir iç sorgu ile dıştan bakışın eleştirelliği yan yana yürür romanda.
“Sonraki günler, hatırlıyorum, çok dingin geçti. Yapacakları yaptım, bana gönderilen her şeyi okudum, sel gibi gelen kâğıtların nasıl biriktiğini gördüm ve hiçbir şey hissetmedim. Ölüydüm ben, iyiydi böyle, beni ilgilendirmiyordu. Her zamanki gibi saatlerce daktilomun başında oturdum ve gördüğüm ve duyduğum her şeyi yazdım. CENTER’de bana belli etmeden bakıyorlar ve yolumdan çekiliyorlardı, bu da iyi geldi.” (s. 254)
Orada, CENTER’de çalışmasını sürdürürken; ardında, Berlin’de, geçmişiyle ilgili ortaya dökülen STASİ belgelerindeki durumu onu iyice tedirgin etmektedir.
Öyle ki, bu durum CENTER’de merak unsuru da olur.
Tüm bu olup bitenleri düşünüp kendini sorgularken; “böyle bir şey benim başıma gelmemeliydi” der. Bu sırada arkadaşlık etmekte olduğu Peter Gutman’ın sözleri teselli edici de olsa, o içe dönük sorgusunu/tedirginliğini yenemez, öteleyemez.
Wolf, Melekler Şehri ya da Dr. Freud’un Paltosu’nda yalnızca bu izlekten söz etmez elbette. Romanın odağında bir YAZAR figürü de olsa; 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa’da başlayan ve duvarın yıkılışıyla da hızlanan bir anaforu anlatır aslında.
Bu anafora tutulan/katlanan/sürüklenen aydınların ruh göçünü dile getirir. Orada Brecht de vardır, Adorno da, Thomas Mann da…İkinci dünya savaşının yaşattığı cürümler ise asıl sorgu odağındadır. O savrulmaların öyküsü olarak da okunabilecek bir romandır Melekler Şehri.
Anlatıcının o gezinen bilincinde yer yer başka yazarlara/metinlere, şairlere/şiirlere göndermeler vardır. Kurduğu bağlar/bağıntılar kendi sürüklendiği duruma dönüktür çoğunlukla. Bir de o büyük ruh göçüne katılanları hatırladıkça karşısına çıkanlara…
Yazarın iki dünya arasına sıkışıp kalmış hali…Bir yanı seçmek, orada olmak/görünmek, yapılagelenlerin onaylanmasını istemek ve bunları yüceltmek. Bir tür kalemşörlük. Zaten her sistem kendi varoluşunun onayını, muktedirliğinin kabulünü ister.
Oysa yazarın görevi özgürlüklerden yana olmaktır. Tutacağı tek yan vardır : Vicdan. Bu duyguyla hareket etmeli, kalemini satmamalıdır.
Christa Wolf, aydınlanmacı bir yazar. Tabulara karşıdır. Özgürlükleri savunur. Yıkıntılardan geçen bir dönemin tanığı olarak konuşur.
Melekler Şehri, işte bu sürecin tanıklığının romanıdır. Sanırım Wolf’tan ve bu romanından daha çok söz edeceğim.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (17 Haziran 2014)