Çiğdem Sezer:”Gün batımını bizim için anlamlı ve güzel kılan, ona yüklediğimiz duygulardır”

Ekim 16, 2024

Çiğdem Sezer:”Gün batımını bizim için anlamlı ve güzel kılan, ona yüklediğimiz duygulardır”

Söyleşi: Kâmil Erenli

Çiğdem Sezer’in İçli Bir Çubuk Kraker adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Günışığı Kitaplığı’ndan çıktı. Yazarla son kitabı hakkında konuştuk.

İçli Bir Çubuk Kraker’de, 13 yaşındaki Nurgül’ün sevgi dolu büyüme yolculuğuna eşlik ediyoruz. Nurgül, babaannesinin duygusal bir çocuk olduğu için taktığı “içli çubuk kraker” lakabıyla yaşıyor. Ancak aslında kendisine söylenen, “çubuk kraker” gibi tabirlerden, benzetmelerden hoşlanmıyor. Çocuklara “şaka” da olsa takılan “lakaplar” hakkındaki düşünceleriniz neler?

Nurgül, zaman zaman itiraz eder gibi görünse de gerçekte çok da rahatsız değil böyle çağrılmaktan. En azından babaannesiyle kurduğu bağ içinde… Sevgisizliği, aşağılamayı, ötekileştirmeyi işaret eden lakaplar çocuğu, yetişkini de elbette, rahatsız eder. Ama içi sevgiyle doldurulmuşsa bundan hoşlandıklarını bile söyleyebiliriz. Çocuk, o seslenişteki duygu yükünü tanıyabiliyor çünkü. Okuldaki zorbaların Bedir’e “Beter” demeleriyle, babaannenin Nurgül’e “İçli çubuk kraker” demesi arasındaki duygu farkını ayırt edebiliyor Nurgül de. Birinde aşağılama ve dışlama varken diğerinde sevgi var. İçinde aşağılama ve ötekileştirme olan her tavra itiraz etmeliyiz. Yalnızca lakaplara değil…

Romanda Nurgül’ün kurduğu bir de “hayal odası” var. Burada istediği diyara, istediği gibi gidiyor, orada özgürleştiğini, kendisi olduğunu hissediyor. Günümüzde çocukların hayal güçlerinin, düşünce dünyalarının geçmişe göre daha sığ kaldığı görüşündeyim. Tıpkı Nurgül gibi bu dünyayı geliştirmek, kendilerine bir “oda” kurmak hakkında önerileriniz var mı/neler söylemek istersiniz?

Her dönem, kendi dinamiklerini oluşturuyor. Çocuk da o dönemin dinamikleri ile şekilleniyor. Zaman zaman kahramanımız Nurgül gibi hayal dünyasını önceleyen/önemseyen çocuklarımız da oluyor ama çoğunluk güncel dinamiklerle dolduruyor zamanını. Bunun başında da sanal dünya geliyor elbette. Orada çok renkli bir ortam sunuluyor. Çocuk da o ortamın çekiminden uzaklaşamıyor. Her şey teknik ayrıntılarla hazır olarak sunulduğu için de çocuğun hayal gücü, yaratıcı yönü devreye giremiyor çoğu zaman. Çocuğu güncel olandan ayrı tutamayacağımıza, bu da zaten doğru olmayacağına, göre yapılması gereken, zamanı iyi planlamak. Her şeyin dijital ortamda yürütüldüğü çağda çocuğu bundan büsbütün uzaklaştırmadan dış dünyayla iletişimi sürdürmesini, hayal gücünün farkına varmasını sağlamak gerek. Sanat ve sporla ilişki kurmasına ortam hazırlamalı, “kendine ait bir dünya” kurmanın eşsizliğini deneyimletmeli mutlaka. Orada kimseyi geçmek zorunda olmadığını, yapması gereken tek şeyin kendi potansiyelini hayata geçirmek olduğunu görebilir; müzik aleti çalmak, resim yapmak, küçük hikâyeler, öyküler yazmak, günlük tutmak… Çocuk bunun kendine sunacağı farklı hazzı ve başarı duygusunu tadınca zaten arkası gelecektir. Ne var ki rekabete, elemeye dayalı sınav sistemi içinde bunu yapmak zor ama olanaksız değil. Yeter ki aile bunun gerekliliğini unutmadan, sabırla üzerine gidebilsin. Birlikte kitap okumak, yorumlamak, yeteneğine göre çocuktan kitapla ilgili resim yapmasını, şiir yazmasını istemek, zaman zaman bunu birlikte yapmak… Hayal kurmanın boş zaman geçirmek olmadığını gösterebilmek, bilimle hayal arasındaki köprüye getirmek onları… Çocuğu, duyguların da parmak izi gibi eşsiz olduğuna, olabileceğine, bunu sağlamanın yolunun hayallerden geçtiğine, kurduğu hayalleri yazarak, çizerek, söyleyerek hayata geçirebileceğine inandırmak önemli.

Romanın bir diğer ana kahramanı da Bedir. Yaşıtlarıyla karşılaştırılınca matematiğe yatkın olmasa da el becerileri oldukça etkileyici. Günümüzde, sayısal başarının daha değerli olduğu algısı mevcut maalesef. Sanata yatkınlığı olan çocuklarınsa kurdukları hayaller de çevredeki yetişkinler tarafından kırılıyor. Aynı zamanda bir öğretmen/eğitimci olarak, sizin bu konu hakkındaki fikirlerinizi merak ediyorum.

Sorunun kaynağı bu aslında; sanata dair olanın kıymet görmemesi… Ebeveynleri de suçlamak doğru değil. Çocuğun hayatını kazanacağı bir mesleği olmasını istiyorlar haklı olarak. Çünkü ülkemizde sanatı “geçim kaynağı” olarak görmek neredeyse olanaksız. Sadece yazarak hayatını sürdürebilen kaç edebiyatçı sayabiliriz? El sanatlarında durum biraz daha farklı; orada iyi bir eğitimle hayatınızı da kazanmanız mümkün. Bedir’e de bu yolu gösteriyor öğretmenleri.  Ebeveynlere bir yere kadar hak veriyorum bu anlamda ama bir çocuğun hayallerinin kırılmasını hoş görmek olanaksız. Bugün şiir/öykü/roman olarak yazdığım her bir dizeyi, cümleyi, çocukluğum boyunca kurduğum hayallere, o hayallerimi besleyen kitaplara borçluyum. Kaldı ki sanatın da kendi matematiği var. Sayısal bilgiyi duygusal verilerle zenginleştirmeyince kupkuru bir dünya kalır elimizde. Tek başına duygular insanı yanıltabilir ama tek başına sayısal veriler de çoraklaştırır. Bu ikisinin uyumudur yaşamı besleyen, güzelleştiren. Gün batımını bizim için anlamlı ve güzel kılan, ona yüklediğimiz duygulardır, astrolojik bilgiler değil… Böyle olması, astrolojinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Bu bizi düz mantığa götürür ki o zaman da hem sanattan hem bilimden uzak düşmüş oluruz.

Çocuğun ruhsal doyum yaşayabilen “mutlu bir insan” olmasını istiyorsak, kırmak şöyle dursun, hayallerini desteklemeli ve daha güzel bir dünyanın ancak hayal edilerek gerçekleşebileceğini gösterebilmeliyiz. Azla yetinmek değil, daha çok duyguyla yüklenmek ve zenginleştirmek iç dünyamızı! Hayal kurarak yaptığımız budur…

Romanda zorbalık kadar zorbanın dönüşümüne de şahit oluyoruz. Günümüzde, çocuklarda ve gençlerde zorbalık oldukça korkutucu bir boyuta ulaşmaya başladı. Özellikle okul ortamında zorbalanan çocuklar, uğradıkları psikolojik şiddeti okulla bağdaştırmaya ve derslerinde sorunlar yaşamaya başlıyor. Sizin bu konu hakkındaki görüşleriniz neler?

Eğer bir yerde zorbalığa uğramışsanız orada değil başarılı olmanız, var olmanız bile güçleşir. Konunun uzmanı değilim ama benim gözlemlerime göre ebeveynlerin bu duruma etkisi oldukça fazla. Evinde kendini yeterince güvende ve değerli hissetmeyen, göz ardı edilen ya da tersine yüceltilip üstün başları beklenen çocuklar daha yatkın oluyor zorbalığa. Değerler eğitimi dediğimiz şey okuldan çok önce başlamamışsa ya da değer dendiğinde maddi faktörler devreye giriyorsa, zorbaları da zorbalığı da önlemek zor. Kendi çocuğun dünyanın merkezine koyup diğerlerini öteleyen ebeveynlere yönelmeli önce. Kahramanımız Nurgül’ün zorbalara karşı Bedir’in yanında yer alması rastlantısal değildi elbette. O, sanatın insana yaşattığı değer duygusunu tatmış, yaşlı kuşağa da anlamak amacıyla yakınlaşmış, babaannesinin türküleriyle, Çalıkuşu Feride’nin hikâyesiyle içsel bağlar kurmuş bir çocuk. Dünyayla ve arkadaşlarıyla olan ilişkisini de bu bağlarla oluşturmuş. Böyle olunca da zorbalara karşı tepki gösterip arkadaşının yanında olmak doğal bir seçim olmuş onun için. Nurgül ve Bedir’in hem birbirleriyle hem de zorba olmayan diğer arkadaşlarıyla kurdukları sıcak ilişki, zorbalık yapanların dönüşümüne de kapı aralamış. Aralanan kapının açılması ve o çocukların da kendilerini değiştirebilmeleri için okul ve aile desteğine gerek var elbette.

“Başkalarının hikâyelerini de oku, ama kendi hikâyeni kendin yaz. Yaşamı güzelleştirmenin tek yolu budur.” Son sorumuz siz ve sizin hayallerinize yönelik olsun o halde. Siz kendi hikâyenizi nasıl yazdınız/yazdınız mı?

Büyük bir sevinçle söyleyebilirim ki ben, kendi hikâyemi yazdım, yazıyorum. Bu söyleşi de o hikâyenin bir parçası. Yani siz de dahilsiniz hikâyeme… Sadece meslek sahibi olabilmesi için okula, okumaya yönlendirilen milyonlarca çocuktan biriydim. Ailede de okulda da kelimelere tutkumun, onlarla yepyeni şeyler üretebilme yeteneğimin farkında olan yoktu. Olsalardı da durum değişmezdi sanırım… Başkaları bakamıyorsa da ben bakabilirdim içime. Bunu yapmaktan, orada gördüklerimi, hissettiklerimi anlamaya çalışmaktan hiç vazgeçmedim.  Önemli olan da bu değil miydi? Bunun için fazla çaba gerekmiyor aslında; hislerinizi anlamaya çalışmak yeterli. Kendimi iyi hissettiğim yer, tamlık duygusunu yaşayabildiğim ortam… Bunları şimdi söyleyebiliyorum; küçük bir kızken sadece hissedebiliyordum ama bu da yeterliydi nasıl bir yolda yürümek istediğimi anlamak için. Herkes gibi biriydim, evet. Milyarlarca insandan herhangi biri… Ama bir şey olmalıydı; sadece bana özel, benden başkasının aynısını yapamayacağı bir şey. Sizin siz olduğunuzu kanıtlayan, başkalarınınkine benzemeyen bir şey. Bu, en iyi, en güzel, en değerli olmak arzusu değil. Kendin olmak, kendine has bir hikâye anlatmak hayata. Bunu da kendimi en iyi hissettiğim araçla yapabilirdim ancak; kalemimle, dizelerle ve cümlelerle… Yazmasaydım da şimdiki gibi bir yaşamım olurdu mutlaka ama şimdi olduğu gibi doygun bir ruh haline, varsıl bir dünya algısına sahip olabilir miydim? Kuşkusuz hayır. Dünyayı mümkün olduğunca geniş açıdan algılamanın pek çok yolu olabilir ama bana sorarsanız en şahane yol, sanat. Resim, müzik, edebiyat… Bunlar hayatı sıradan olmaktan çıkarıp olağanüstü deneyimlere dönüştüren araçlar. Çocuğu bunlardan mahrum etmek, ona yapılacak en büyük haksızlıklardan biri kanımca. Çocuk zihninde açılacak “algı kapıları” onu daha varsıl bir dünya algısına götürür. O kapıları çocukken açamazsak, sığ bir bakış açısıyla yaşamaya mahkûm etmiş oluruz...

edebiyathaber.net (16 Ekim 2024)

Yorum yapın