Vasili Grossman’ın Ermenistan’a yolculuğunu anlattığı “Taşlar Ülkesine Yolculuk” kitabını okuyorum. Yazdıklarıyla yaşamını ve zamanının ruhunu bu kadar derin hissettiren yazar enderdir. Dahası bu soy yazarları apayrı bir kanonik yapıda gördüğümüzde, eminim ki Grossman başlı başına bir ekol yaratabilecek zenginlik taşıyor. Yol/yön açıyor. Elbette ki bunu da Türkçedeki kitaplarına bakarak söylüyorum. “Yaşam ve Yazgı” senfonik bir anlatı. Salt bir yaşamın değil, bir ülkenin, devrimin tarihine tanıklık denebilir. Bunu tümleyen Holokost tanıklığı ise başlı başına bir olgudur edebiyatta. Gene de ben, Grossman’ı salt bir Holokost yazıcısı olarak göremem.
Toplumun vicdanı bir yazar olmak yalnızca “biz”e olanı değil, tüm insanlığa olanları görmeyi gerektirir. İşte o soy bir yazardır Grossman. Ermenistan’da gördüklerini anlatırken de bu tutumu/bakışı/gören göz, sızlayan vicdan olma durumu öne çıkar.
Bu soy yazarları okurken şunu düşünürüm: “Ben kendi ülkemi ve başka ülkeleri nasıl yazıp anlatabilirim?”
Bunun için de insan önce yaşadığı yerden başlamalı. Yaşadığı yeri yazamayan bir yazarın başka yerleri anlatabilme kavrayışından kuşku duyarım. Evet, başkalarının acısına bakabilmek için önce kendi acını kavraman gerekir. Parmağındaki kesiğin sızısını hissetmeyenin başka sızılara dönüp bakması mümkün değil.
Konuşan, ne adına konuştuğunu bilen bir yazar olmak zordur. İşte Grossman’ın bize “Yaşam ve Yazgı”da anlattığı da budur. Evet, o bir çağın/zamanın ruhunu çıkarır ortaya bir kazıcı gibi. Okurken yer yer İlya Ehrenburg’, onun “Buzların Çözülüşü” romanının bazı pasajlarını hatırladım. Kuşkusuz Grossman ondan daha ileride bir yazar; hem açıklığı, hem eleştirelliği, hem de tanıklığıyla sizi sarıp sarmalıyor. Kaçışları, esirgemezliği, sinikliği yok. Göze alarak yazan biri. Çağdaşı/kuşakdaşı Mihail Bulgakov ve Isak Babel ile yan yana duruşu boşuna değildir. Onun gerçekçiliğinde insanı anlamak, yaşamsal olanı yansıtmak duygusu baskındır. “Yaşam ve Yazgı”sını tümleyen “Her Şey Geçip Gider” romanını okurken de karşınıza çıkan duygululuk hali aslında yaşanmışlıkların/tanıklıkların dili üzerine kuruludur. Stalin döneminin getirdiği yıkımla Sovyet düzeninin işleyişindeki gerçeklik arasındaki çelişkileri sorgular. Olaylar, kişiler, tanık olunan zaman yazarın kurduğu ve yaşadığı dünyanın bir parçasıdır. O özyaşamsal izleri ayıklayarak bakamazsınız Grossman’ın anlatılarına.
“Taşlar Ülkesine Yolculuk”u da bir gezi kitabı ötesinde anlatıya dönüştüren ise romancının içten bakışı, kavrayıcı tarih bilinci ve o eleştirel tutumudur. Bir yeri, bir ülkeyi, bir kenti tanımanın öyle hemen kolayca olamayacağını bilen bir anlatıcı anlamanın derdine düşer. Karşısına çıkan her bir şey üzerine düşünürken bağlantılar kurar. Çağrıştırdıklarını dillendirir, görünenlerin ötesine geçerek hayatın akışına, insanların gerçekliğine bakar. Adeta bir ulusun karakteristik özelliklerini çıkarır ortaya. Ve bir yerin doğasal kimliği olabileceğinden söz eder.
Her adımda edebi belleği onun yanı başındadır. Bilir ki, gidilen bir yer yalnızca görülerek değil hatırlanarak da yazılır. Yer yer hatırladığı yazarlar, şairler, olaylar gelip onu bulur. Karşılaştırmalar yapar, düşünceler taşır her birinden. Ama daha da çok gördüklerine sadık kalır. Aktarıcı değil, yeni bir bakışla kurucudur Grossman. Bilir ki, gözlemdir bu tür anlatıların kuruluşunda esas olan. Anlattığı her bir öykünün de bu tanıklığına zenginlik kattığını söylemeliyim. Özellikle bunlardan biri var ki, iki Malakan Ailesi öyküsü… Kaçışları, sınırı aşmaları başlı başına bir film, roman öyküsü…
Grossman, bu anlamda giden bir yazardır. Adeta şunu söyler; eğer giderseniz hikâyeler gelip sizi bulur. Ve bir şey daha imler; ama dinleyin, çok soru sormadan dinleyin, bırakın insanlar hikâyelerini anlatsınlar…
Taşıyıcı yazarlar öyledir, size yalnızca kendi hikâyelerini anlatmazlar, başkalarının hikâyelerine de kapı aralarlar. Hele bir de gitmeyi seçmişlerse, başka dillere kültürlere kendilerini açmışlarsa taşıdıkları zenginliklerin sizi beklediğini de bilmelisiniz sevgili okurum. İşte bunun için çıkıp giden göz olmak yeterlidir derim…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (9 Ocak 2018)