Kuyruklu Yalan, Çilem Dilber’in ilk kitabı. Geçtiğimiz günlerde Notabene Yayınları etiketiyle okurlarına merhaba, dedi. Kitapta ana kahramanların hayata karşı durabilme mücadelesi, çoğu zaman gerçekliğin sınırları yok edilerek masalsı bir üslupla anlatılıyor. Öykülere atmosfer betimlemeleri, sesler, kokular dahil edilerek büyülü gerçekçi bir dünyada yalınayak yürüyor hissi yaşatıyor okuyana. Öyküler, neden sonuç ilişkileri üzerine kurgulanmış. Yazarın dil hâkimiyeti gözden kaçmıyor. Metinlerde kullanılan dil, öykülerin geçtiği yer, zaman ve kültürel özelliklerine göre şekilleniyor. Yazarın sözcükleri eğip bükmedeki ustalığı, kısa sürede kendinden çokça bahsettireceğinin sinyallerini veriyor.
Çilem Dilber, kalıplaşmış anlatım biçimlerinin dışına çıkarak yansımalı sesleri yazılarına dâhil ederek kendi üslubunu açıkça ortaya koyuyor. Her öykü, okura farklı noktalardan değerek onları öyküler arası geçişte uzunca süre düşünmeye mecbur bırakıyor. Öyle ki her öykünün okur üzerinde sarsıcı etkisi var. Öykülerin sınırları geniş. Neredeyse her öykü okurun zihinde bitimsizleşiyor. Yazarın, iç dünya aktarmadaki başarısını kendinizi öykü kahramanlarından biri gibi hissettiğinizde anlıyorsunuz.
Öykülere kısaca değinecek olursam,
Suzey, daha ilk satırıyla oluşturulmuş farklı atmosferiyle okuru içine alıyor. Öykü ilerledikçe kurguyla gerçeğin sınırları muğlaklaşıyor ve kendinizi kızıl bir gökyüzünün altında pırıl pırıl bir güneşe bakarken buluyorsunuz. Kendi yasalarını yazan bir köy halkının yaşadıklarını, Suzey kızın da vardır elbet bir hesabı, diyerek bitiriyorsunuz.
“Onlarca yıl geçti. Kimimiz bir asrı devirdik kimimiz doksanı. Ölmeyi unutmuştuk. Önümüzde sonsuz bir hayat. Önceleri hayal gibiydi. Yaş aldıkça gerçeğe gömüldük. Hayat işlevsiz uzuvlarımızla zorlaşsa da toprağın üstünde olmak altında olmaktan iyiydi. Öte dünya çok uzaktı.” (sf.16)
Yolculuk öyküsünde, hayattan beklentilerinin sıfırlandığı bir noktada Kocanene’nin çıktığı zihinsel yolculuğu okuyor, yol boyu gördüklerinin geçmişindeki bir yarayı nasıl kanattığına şahit oluyorsunuz. Dilber’in bu öyküsü mitolojik kahramanlarla besleniyor. Öyküdeki metinlerarasılık, yazarın teknik konusunda da yetkinliğine dikkat çekiyor.
“Gittikçe her sabah sarıkızın memelerini sağdığı kovayı, sağarken üstüne oturduğu kütüğü arkasında bıraktı. Ağılını, evini, bostanını geride bıraktı. Gelinini, görümcelerini.” (sf.22)
Tarihi Duvar Bakiyesi, bir arayış öyküsü. Annesinin ölümünü kabul edememişken daha rüyalarını da kaybetmiş bir kahramanı konu edinmiş. Yazar bu öyküsünde Orhan Pamuk‘un ünlü eserine göndermeler yaparak postmodern çizginin üzerinde yürüdüğünü gösteriyor bize. Küçük bir ipucu vereyim. Kahramanımızın adı Galip. Öykünün sonunda, insanı dünyaya bağlayan şey belki de rüyalarıdır diye sorgularken bulabilirsiniz kendinizi.
“Paldır küldür toplanmıştı herkes. Uzak akrabalar, yakın dostlar, ilgili komşular hep birden çukura koyup üstünü örtmüşlerdi. Gelişin onca zaman aldığı dünyadan gidişin bunca kestirme olması… Sonra. Sonrası yok.” (sf.30)
Dilsiz Kahin, okuru kendi içinin karadeliklerini sorgulamaya davet eden bir öykü. Yıllar önce söylenmiş bir cümlenin kehanete dönüşünü okuyacağız. Laila Pullinen’in eserinden adını alan öyküde ünlü heykeltıraşa göndermeler mevcut.
“Lelyo. Gece demek, annesinin dilinde, sağa yatık harflerle. Perdeyi kaldırsın, gözlerini göreyim istiyorum. Göstermiyor. Sonra, tarçın tadı dudağımdayken hâlâ iri iri açılmış gözlerini bana yaklaştırıyor. Saçlarını çözüyor.” (sf.38)
Sebastian, toplum içinde bir varoluş mücadelesi. Var oluşun tek çaresini yok edişte bulan kahramanımızın, Reni’ nin St. Sebastian’ından aldığı ilhamla tanrıdan intikam alma çabasını okuyoruz.
“Kilisenin soğuk duvarları arasında dünyaya gözlerini açıp kurumun katı kurallarıyla dinden çıkalı çok olmuştu. Öbür dünya hiç umurunda olmamıştı. O, bu dünyasını kurtarma derdindeydi. Bu da ancak intikamla mümkündü.” (sf.43)
Kuyruklu Yalan, kitaba adını veren öykü. “Kuyruk” kitabın en önemli metaforu ki yazarın zihnindeki betimlemesine arka kapakta çok güzel değinilmiş. Edebiyatın bir yalanlar manzumesi gerçeğinden hareketle bu öyküsünde yazar, güvenilmez anlatıcının okuru ikna gücünü somutlaştırıyor.
“Mahalle kadınlarının annemi çekiştirmesiydi içimdekiler. Annemin gizli gizli ağlamaları, açık seçik sinir krizleriydi. Komşuların kötü niyetli acımalarıydı, ellerinde bir kap yemekle kapımızı çalmalarıydı. Yokluğun yoksulluktan ağır basmasıydı. Annemin yaptığı bez bebeklerdi, çocukluğumdu.” (sf.49)
Kral ve Adamlar, sanrıların gerçek hayatın sınırlarını nasıl belirsizleştirebildiğini gösteren bir öykü.
“Neye benzediklerini çok merak ediyordu. Bakamazdı. Adamlarla yüzleşmek bir yana onlara göz ucuyla bakmaktan bile ödü kopuyordu.” (sf.57)
Şah Mat, iki kiralık katilin satranç oyunuyla açılıyor. Vefa, sorumluluk, hırs kavramları ustaca karılmış. Yazar, bu öyküdeki sonu muğlak bırakarak dikkatli okura göz kırpıyor.
“Anne yok. Müdire anne vardı. Baba da yok. Servet vardı. Abi servet. Bana abi diyeceksiniz ulan. Siktir git lan. Müdire anne koş. Servet’in maket bıçağı var. Seyit’i doğrayacak.”(sf.63)
Cins İsim’de, hem kahramanlarıyla hem de kendisiyle yüzleşen bir yazarın yazma serüveni ironik bir dille anlatılıyor. Kutsal sayılan sanat ve edebiyattan uzak bir hâlde kendini dünyevi işlere kaptırmış günümüz insanı eleştiriliyor kahraman üzerinden. Varoluşsal hezeyanların girdabında, her şeyden ve herkesten vazgeçişin hikayesi, James Joyce göndermesiyle verilmiş.
“Pazar sokağından her akşam aynı saatte geçen turuncu belikli kadın oldum. Zahide. Örgülerim açılsın istedim. Tel tel ortalığa saçılsın. Alev kırmızısı beklentilerim olsun gelecekten.” (sf.71)
Siz Hepiniz Ben Tek, simgesel bir öykü. Kahramanımız, kurulu düzenin yel değirmenlerine karşı, tek başına kazanamayacağı anlamsız bir savaşa girmiş günümüz insanı. Düzen insanlarını, değirmenler tarafından öğütülmek üzereyken benliğiyle yüzleştirmesi, vurması konu ediliyor.
“Vızıltı kulağından uzaklaştı. Nereye gidiyor diye düşünmesine kalmadan müdürün omzuna kondu. İnce narin bacakları, şeffaf kanatlarıyla müdürün lacivert ceketinin üzerindeydi. Vızzz.” (sf. 78)
Yumruk, çaresizliğin insanı getirebileceği noktayı gösteren bir öykü. Okuduklarımız,kararlarımızın, gerçekten seçimlerimiz mi yoksa mecburiyetlerimiz mi olduğunu sorgulamaya itiyor bizi.
“Nefes verdikçe ağzından çıkan buhar kapının üstünde yanan sarı ampulün ışığında dağılıyor. Bir eli yumruk öbür eli yumruğu kavramış, iri bedeniyle iki büklüm.” (sf.86)
Kitap, büyülü gerçekçi, simgesel ve gerçekçi anlatımın bir arada olabileceğine inandırıyor okuru. Tabloların, heykellerin, edebi eserlerin ilham verdiği sanatla beslenmiş bu öykülerin gerçekliğine ikna ediyor. Kitabı tüm yönleriyle anlayabilmek için öykülerin tamamını dura dura, sindire sindire okumak gerekiyor.
Ayla Burçin Kahraman – edebiyathaber.net (30 Nisan 2021)