ben bu adama aşıktım, tamam mı? geçen yıl, yok hayır iki yıl önce tanışmıştık hava alanında. hani romantik komedilerdeki gibi, ben her zamanki gibi geç kalıyordum ve koşuyordum, ona çarptım (evet, gerçek hayatta da olur böyle saçma tesadüfler) pardon bile diyemeden koşarak uçağı yakaladım ve almanya’ya olan yolculuğuma başladım. aslında varış noktam italya’ydı ama madem yurtdışına çıkıyorum, italya’nın kaçtığı yok bari çıkmışken almanya’ya da gideyim dedim. tamam, kabul ediyorum akıllı işi değil bu. maksat gezmek olsun bana yeterdi o. neyse, bir hafta sonra milano’daydım ve kentteki ilk günümde bir cafenin dışarıdaki masalarından birinde otururken gördüm onu (soap opera keeps going on…) ve nasıl bir kafaysa artık tepesine dikilip “cosa ti piacerebbe mangiare o bere” dedim google translate italyancamla. hala aslında ne dediğimi bilmiyorum, adam kafasını hafifçe kaldırıp bana baktı bir şey demeden. ben de elimden geldiğince şirin görünmeye çalışarak gülümsedim. beni hatırlamamasına imkan yoktu tabii. neyse. ne beni hatırlamış ne de şirin görünebilmişim. bildiğin 32 diş dışarıda sırıtmışım adamın karşısında. bi 20 saniye bu şekilde kalınca jeton düştü bende tabi, “öhöm,” dedim “ben size bir hafta önce türkiye’de hava alanında depar atmaya çalışırken omuz atmıştım. özür dilemek istiyorum. bir kahve ısmarlayabilir miyim size?” güldü, “önemli değil” dedi ve ekledi, “sizinle bir kahve içmekten onur duyarım” (fazla nazik bi insan da kendisi). oturup muhabbet ettik o gün, kimseyi bilmediğimizden şehirde, birbirimizin telefon numaralarını da alamayacağımızdan mail adreslerimizi aldık ve iki farklı yönde yolumuza devam ettik (hayır kahveleri ödeyip de bana ‘e o zaman bir sonrakini ben öderim ihihihihi’ cümlesini kurdurtmadı).
sürekli görüştükçe ben daha da bağlandım bu adama. farklıydı ama aynıydı da. yani, olması gerektiği gibiydi hemen her konuda. ne yazık ki bu aranan bi meziyet. bi gece (kendisi müzisyen) sahneden indikten sonra birlikte bara geçtik. o gece bütün barı içmiş olabilirim. sonra bir ara noldu tam hatırlayamasam da kızdım, ama çok kızdım. bir hışımla ayağa kalktım, toparlanmaya çalışarak ve tabi burnumun ucunu görmeye çalışarak, dışarı çıktım. peşimden gelmedi. niye bilmiyorum ama bekledim dışarıda. bana oldukça uzun süren bir zamandan sonra (sonradan 3 dakika olduğunu öğrendim) içeri girdim, yanına gittim ve öptüm adamı. ayrıldığımızda nefes nefese olduğumu söyleyeceğim sadece. bir de kustum ama sanırım bu kısmı hatırlamak istemiyorum. beni evime bıraktı ve o gece bende kaldı. kapalı kapılar ardında yaşananların kişiye özel olduğunu hatırlatmama gerek yoktur umarım. tamam, gece boyunca kustum durdum. o da beni bir saniye yalnız bırakmadı. ertesi sabah gider sanmıştım ama gitmedi, ne o sabah nede sonraki herhangi bir sabah. üstüne kustuğum için artık bana aitmiş, öyle söylemişti.
normal bi ilişkimiz vardı. o beni şımartıp duruyordu, dedim ya nazik bir insan kendisi, ben de etrafındaki her dişiyi kıskanıp arıza çıkarıyordum. ne garip ki hayatı zindan etmeme rağmen bana hep güler yüzlü davranıyordu. sadece bir kez sesini yükseltti bana karşı ki ondan duyduğum son sözler de bu oldu. aylarca süren ilişkimiz bir evlilik teklifiyle bitti çünkü. bana “evlenelim” dedi ben “ayrılmak istiyorum” diye cevap verdim. “nereden çıktı bu evlilik meselesi ne güzel yaşıyorduk,” dedim. dedim de dedim. sonuç? ne kadar şımarık, kendini beğenmiş ve bencil olduğumu söyledi bana, bağırarak. gözlerim doldu, haklıydı çünkü. beni öyle görünce üzüldü. sarıldı, kokumu içine çektiğini hissettim ve tek kelime etmeden gitti. kalakaldım öylece. adam fazla nazik olduğu için bana aşık oldu, ve fazla nazik olduğu için terk etti beni…
ne var be! hiç mi kendi kendine konuşan bir kadın görmedin? çalakalem yazanlara alkış tutup da çalakalem konuşanlara bu acıyarak bakmak neden? ben burda kendimle konuşuyorum çünkü beni anlayan, dinleyen, yargılamadan seven bir tek o var. bir de bir adam vardı. ben bu adama aşıktım, tamam mı? geçen yıl, yok hayır iki yıl önce tanışmıştık hava alanında…