Etrafımıza örülü duvarlarla yaşıyoruz uzundur, duvarın ardına bakmak için her yeltenmemiz, ayağımız kaymış da tepe taklak olmuşuz gibi bir his bırakıyor. Duvarlar her yerde; okulda, sokakta, fabrikalarda, kentlerde, doğada ve en çok da hapishanelerde. Üzerimize üzerimize gelen, ardına geçmeye çalıştıkça daha çok nefessiz bırakan, hayatımızın tam ortasında duran, aşındırma çabasını anlamsız kılan yapılar ve onların yaydığı “kapatılmışlık” hissinin getirdiği kaygılı, korkulu benlikler.
Bunları hatırlatan bir öykü kitabı, M. Özgür Mutlu’nun “Dünyanın Çivisi”. Sel Yayıncılık tarafından basılan kitap, bazen ironik bir dil ile bazen gerçekle sanrılar arasında kaybolmuş bir karakterin ruh hâli ile bazen salaş bir meyhanede hayalleri bir kutuya sığmış karakterleriyle, bazen de bir kaplumbağanın kırık kabuğundan okura sesleniyor. Mutlu’nun öyküleri kendi tadını bulmuş bir anlatı dilini hissettiriyor. Metinde, belli bir özgünlüğün yakalandığı, sadece sızlanmanın olmadığı, toplumsal sorunların alt metinde göze sokmadan işlendiği ve yazarın kendine has bir tınıyla okura sözünü ulaştırdığı söylenebilir. Ayrıca mekân seçimleri, kurulan atmosfer ve öykülerin son ânına kadar korunan merak unsuru da metnin dikkat çeken yanlarından.
Yaşadığımız dönemin en çok hissettirdiği duygu korku diyebiliriz sanıyorum. Devamlı risk altında hissettiğimiz bir dünyada yaşarken, bu duygu aynı zamanda bir baskı aygıtı misyonu da görüyor ve tüm bedeni esir alarak, otoriteler için işlevsel bir anlama gelebiliyor. “Dünyanın Çivisi” kitabında bu duygunun biraz da ironikleştirilerek anlatıldığı öykülere rastlamak mümkün. Örneğin, kitabın ilk öyküsü “Fotoshop” bunlardan biri. Öyküde, kendi halinde yaşayıp giden küçük bir köye devletin çocuk parkı yapmasıyla kaçıp giden huzur konu ediliyor. Bu metin bize devlet elinin değdiği yerde korkunun hâkim olacağını, bir şekilde hiç suçunuz olmasa bile otoritelerin üzerinize yüklediği sorumluluğun, size pahalıya patlayabileceğini düşündürüyor. Sadece bir çocuğun yaşadığı köye park yapıp hizmet getiren, lütfunu size gösteren devletin, sizden yaptığı yatırım karşılığında suratınızdan tokadını eksik etmeyeceğini, itaat bekleyeceğini, hatırlıyorsunuz böylece. Yer yer gülümseten, trajikomik olayların konu edildiği bu hikâyede de duvar imgesi bir şekilde yerini buluyor ve yaşama çekilen sınırları, özgürlüğün kısıtlanışını, sözün suskunluğa dönüşünü ve baskıyı temsil ediyor fikrimce.
Yazarın bireyin bedenine sistem tarafından yüklenen korku ve kaygı duygusunu okura geçiren bir diğer öyküsü de “Hıp, Tuttum Dilimi”, bu metinde her türlü susuşlarımızı hikâye ediyor Mutlu. Konuşulması veya karşı çıkılması gerektiğini bildiğimiz halde sesimizin, sözümüzün boğazımıza tıkılmasını, korkuyla sarılmış benliğimizin itaate zorlanmasını hatırlatıyor. Adam Phillips şöyle söylüyordu: “ ‘İtaat’ denince meşruluk gelir aklımıza, hazların kabul edilebilir olması, bir kurala sadık kalmanın bizi nereye götürebileceği: düşüncesizce boyun eğme ya da arzulanan bir gözdağı hali; uyumluluktan zevk alma; bir grubun parçası olmanın verdiği hazlar; ya da ahlâki mazoşizm; sahicilik ya da kendini gülünçleştirme.”[1] Bu öyküdeki karakterin durumu, Phillips’in tanımında geçen “düşüncesizce boyun eğme ya da arzulanan gözdağı” hâlini anımsatıyor. Hiçbir kusuru yokken kendisini bir suç işlemiş gibi hissederek, bunun kaygısını içselleştiren bir bireylik durumunun, hikâyesi anlatılıyor ki bu aynı zamanda Phillips’in bahsettiği “kendini gülünçleştirme” durumuna da işaret ediyor. Ancak Mutlu, karakterini okura anlatırken, onun dünyasını olumsuzlayan bir gözle sunmuyor bize, o daha çok neden sorusunun peşine düşüyor bence, insanlar neden korkuyu, kaygıyı içselleştiriyor. Bu öyküde bahsedilen bir kurum aslında konuya biraz açıklık getiriyor. “Ulusal Kurgu Bürosu” gerçekte olmasa da çok şey çağrıştıran bir yapı bu değil mi? Hayatımızı ellerine alıp bir gecede kurgulayan, damgalayan, çalan ceza kurumlarını anımsattı bana. İşte böyle bir evrenin öyküsünü anlatmaya çalışıyor yazar, böylece karaktere kızamıyorsunuz çünkü yaşadığı ortamın onu biçimlediği bir hâlin göstergesi olarak karşınıza çıkıyor. Bu sevdiğim bir öykü oldu, çünkü yazar kahramanların peşine düşmekten çok, otorite baskısının yoğun olduğu toplumlarda, bireyin ruhunda açılan yarıklara odaklanarak, konuyu gündeme getiriyor. Böylece, içselleşmiş itaatin sebeplerini sorgulamamızı sağlarken, konuşması gerektiğinde, “hıp, diye tuttum dilimi” diyen karakterin iç dünyasıyla karşı karşıya kalıyor ve kendimizi onun yaşadığını anlamaya çalışırken buluyoruz.
Mutlu’nun memleketin yakın tarihine gönderme yapan, “Sol Kolumun Hikâyesi” adlı öyküsü ise en başta bahsettiğimiz “duvar” imgesinin sonuna kadar kullanıldığı bir anlatı sunuyor. Yine bir karakter üzerinden hikâye edilen durum, duvarın iki tarafı arasında kalmış bireyin, şimdi içinde bulunduğu ile hafızasının derinliklerine gidip gelen bir zamanı imliyor. Ayrıca yazar, sınır olarak önümüze dikilen duvarı aşmanın veya ona razı olmanın duygusal çelişkisine de işaret ediyor. Ve bana kalırsa Mutlu’nun bu öyküde altını çizdiği, sınır ihlâlinin özgürleştiriciliği ile birlikte duvarı aşmanın bedellerinin olabileceği. Çok uzağa gitmeden, hemen şu ânımızda yaşadığımız pek çok hâli gözümüzün önüne getiren bu öykü, güncele dair bir bakış da sunuyor. Ancak yazar, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, gözümüze sokmadan karakterin ruh halini, duygusal geçişlerini, belleğini işin içine sokarak kurguya yerleştirmeyi, alt metinde konuyu tartışmayı başarıyor bana kalırsa. Çünkü bu tarz metinlerde özellikle de güncele dair anlatılarda genellikle hikâyenin işaret ettiğini direkt gösteren metinlere çok sık rastlıyoruz. Çünkü zaten şimdisinde olduğumuz zamanın, her gün gördüğümüzün anlatıya taşınması meşakkatli olabiliyor. Okurun zaten hayatında olanı, başka zamanda yaşanıyormuş hissiyle ortaya koymak, anlatıyı zamanının başka tarafına geçirebilmek, bu açıdan dili işlevsel kılmak önemli görünüyor. Yani okurken, yaşadıklarımızı anımsatmalı belki de ancak aynı anda başka bir dünyayı da kurmak gerekli diye düşünüyorum ki bu öyküde bunu görebiliyoruz bence.
M. Özgür Mutlu, “Dünyanın Çivisi”nde bizi, her an bir felakete uğrayıp alt üst olabilecek, mührü aşınmış dünyanın sırlarıyla, her şekilde çivisi çıkarılmış zamanımızın üzerimize düşen gölgesiyle, kendi derdine düşüp, dünyanın çivisini yerine yerleştirmek istemeyen, sorumluluğu başkasına yükleyen bireylik halleriyle buluşturuyor. Hayalleri babadan oğula geçen karakterler, zamanında gerçekleştiremediğinin hesaplaşmasını, bir meyhane masasında kederine meze edenler, yaşamımıza çekilmiş sınırlar, kaybolan benler, korkulu kaygılı bedenler, otoriteler ve daha pek çok şey bu öykülerde yerini alıyor. Mutlu, şimdimize yaslanan ama zamanın şu ânında kaybolmayan bir sesle dokunuyor okura ve dünyanın çıkan çivisine bir de yazarın evreninden bakmış oluyoruz böylece.
Emek Erez – edebiyathaber.net (12 Kasım 2018)
[1] Phillips, A., (2017), “Yasak Olmayan Hazlar”, (Çev. Saliha Nilüfer), s. 48, İstanbul: Metis.