Yaşamımızda sözü değişken kılanın çizgi ve renk olduğunu düşünürüm. Hatırlayalım ilk mağara resimleri karşısındaki şaşkınlığımızı…
İlk akla gelen şudur; kim çizdi, nasıl çizdi, peki neyle çizdi. Sonrasını sonra düşünürüz, yani anlatılanı. Bu bakışın, algının o gün bugün değişmediğini düşünenlerdenim.
Çünkü çizgide ve renklerdeki bir hayatın yaratıcısı insanın yüzü hep doğaya dönüktür. Bütün bu uğraşının aurasını doğadan alır, nasıl ki aklının imbiğinden geçirdiği düşüncelerini var eden doğaysa, onu çizgide renklerin dünyasında buluşturan da doğadır.
Leonardo da Vinci’ye uzanalım, oradan Goya’ya ve Picasso’ya gelelim. Değişen nedir bu anlamda; bunun gibi birçok soruyu da sorsak, o yaratıcıların evreninde çizginin ve rengin egemenliğinin değişmezliğini görürüz. Anlam oradadır çünkü. Anlatımlarının, düşünce kıvılcımlarının tözü de bunlarla biçimlenir.
Doğayı keşfetmeyen ressam var mıdır, ya da doğaya yüzü dönük olmayan? Sanmam! Bu doğayı çizmesi, resmetmesi anlamında bir soru değildir. Kendi resim / çizgi yolunu doğadan geçirerek biçimler bir ressam benim gözümde.
Sevdiğim iki ressamdır Joan Miró ile Marc Chagall. Birini diğerine yeğleyemem. Çünkü benim gözümde ikisi de çizgide ve renklerdeki hayatlarını doğadan geçerek almışlardır. Bir sanatçının arılığa ulaşmasının yolu da buradan geçer sanki! Bunun yolunun da sürekli çalışmaktan, üretmekten geçtiğini hatırlatır bize Miró: “Çalışmak kendi iç dengem için gerekli.”
Onun bu sözlerini bana hatırlatan Nazan Erkmen’in çalışmalarıyla baş başaydım nicedir.
Erkmen’in resim / çizgi dünyasına yüzünüzü döndüğünüzde bambaşka bir düşsellikle karşılaşırsınız. Masallar, destanlar, anlatılan hikâyelere yaslanarak çizdikleri, biçimleyip ortaya çıkardıkları onun bir ressam olarak bakışı / duyuşunun imgeleriyle bezelidir. Öyle ki, bir yerde gördüğünüz de,” evet, bu Nazan Erkmen’e aittir,” düşüncesine sizi götüren bir tarzı / bakışı / üslubu vardır.
O, yoğunlukta çalışan biridir. Üretkenliğini de sanki buna borçludur. Bir atölye ressamı olamama halini gözledikçe, üzülür, yakın olduğum zamanlarda çıkışırım da kendisine; “artık gidip atölyenize kapanıp çalışın!” Sonra söz söze durunca anlarım ki; Nazan Erkmen vari ressamlar giderek /devinerek/hayatın içinde kendi kıvılcımlarını yaratarak çizen, düş ve düşün dünyalarını resimlerine yansıtan yaratıcılardır.
Geçenlerde bir yazarımızın Güldem Şahan’ın bir kitabını resimleme öyküsünü kendisinden dinlerken gördüm ki; Nazan Erkmen bu renk ve çizgi dünyasını örmek için kendini ve duygularını yarattığı kendi zamanına yerleştiriyor.
Onun yaratıcılığının bu illüstratör yanı, belki de resimdeki güçlü yanının bir başka boyutu olarak bu tür çocuk kitaplarını resimlemede kendini etkili biçimde ortaya çıkarıyor. Erkmen, burada, şaşırtıcı olmanın ötesinde her bir çizgisi/rengiyle insana dokunur. Hayatın gülümseyen yüzüne öyle içten, öyle içeriden bakar ki; siz de anlatılan her bir şeyle adeta özdeşleşirsiniz. Hatta öyle ki, resimlerin kıvrımlarında ressamın kendisine bakar gibi bir havaya girersiniz.
Yazısında kendini saklayan yazar gibi, çizgi ve renklerinde saklı ressama bakan göz olursunuz bir anda.
Kendi payıma Nazan Erkmen’in her bir yapıtı karşısında onun düş dünyasını şaşkınlıkla izler, renklerle çizgilerle bezeli resim yolunu düşünürken bir ressamın hangi dili kurduğunu da merak ederim. Yani, doğaya yüzünü dönerken de, insana ya da yazılmış metinlere giderken de kendi olmak gibi bir derdi vardır sanatçının. Orada ne “olacağım”ı değil, “neyi/nasıl çizip ortaya çıkaracağım”ı düşünür hep sanki! Kendi dünyasının izdüşümü nerededir derseniz, renklerde/çizgilerde ve oraya yansıyan düşselliktedir.
İzleyin Nazan Erkmen’in resimlerini orada hem kendini hem de hayatın gülen/ışıyan yüzünü bulacaksınızdır eminim.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (12 Eylül 2017)