Çizimle olan ilişkiniz ne zaman başladı?
Elim kalem tutmaya başladığı anda çizmeye başladım her çocuk gibi. Annem çok güzel çizerdi, hayal meyal hatırlıyorum. Beş altı yaşlarındaydım, bir gün “Anne, sen niye ressam olmadın?” diye sordum, “Sence ressam ne demek?” diye sordu o da. O zamanlar sokak aralarında sebzeciler bir tür tekerlekli tezgah olan el arabalarıyla gezerlerdi. Resimlerini el arabasına yükleyip sokakta “Resimlerim vaaar!” diye bağırmak demek dedim, o da bana ressam olmanın resim satmakla bir ilgisi olmadığını, resim yapmakla ilgisi olduğunu söyledi. Ben de hayatım boyunca dönem dönem resim yaptım. Lisede, üniversitede karma sergilere falan katıldım, hatta yurt dışında bir işim sergilendi ama el arabasında, galeride ya da online platformda hiç resim satmadım sanırım. Mastırdan (sosyoloji) sonra bir yıl animasyon, çok sonraları da iki yıl fotoğraf eğitimi aldım, onun dışında hiçbir sanat eğitimim yok, gayet alaylıyım. Sanırım on iki yıl kadar ressam olduğumu unuttum, çevirmenlik yaptım. Belgesel fotoğrafçılığa başladıktan sonra yeniden çizmeye başladım. El, göz ve beyin yeniden koordine oldu; sanki görsel dilimi bir sandığa kapatıp anahtarı da üzerinde bırakmışım ama on küsur yıldır bir türlü o odaya girip o sandığı açmıyormuşum gibi. Görsel sanatlar bir bütün aslında, hikâye anlatıcılığı da öyle, bazen video, bazen fotoğraf çekerek, bazen 32 sayfa, bazen tek sayfa çizerek, boyayarak, bazen çamurla, bazen yazıyla bir hikâye anlatıyorsunuz, kullandığınız ortam farklı ama hepsi aynı sandıktan çıkıyor. Belki annemin ressamlığı da bir sandıkta duruyordu, kim bilir. Belki de sandık bana ondan kalmıştır gerçekten.
Çizer kitaba nasıl hazırlanır? Çizimlerinizi yaparken yazar ya da editör ile nasıl diyaloglar gelişiyor aranızda?
Bu iki soruya birlikte cevap veriyorum. Üstelik de aynı anda çizer ve çocuk kitabı editörü olarak cevap veriyorum. Geçenlerde bir arkadaşımın yazdığı, taslak halini okumama izin verdiği, hayranlıkla okuduğum bir kitabını resimlememe izin verir mi diye sordum, kabul etti. Benim kafamda okurken çoğu görsel canlanmıştı, kullanacağım fırçaya kadar, böyle incelikli, hafif, suluboya tadına yakın görseller. Hemen bir örnek yaptım gönderdim, “Ben bambaşka bir tarz hayal etmiştim.” dedi. Haydaa… Bir aralar linol baskı yapıyordum. Şimdilerde dijital linol oyuyorum başka bir kitap için, küçük vinyetler gibi; dijital oyma derken siyahtan başlayıp beyaza doğru azaltarak gidiyorum, kaba yontmalar gibi düşünün. Neyse, yazar arkadaşım ben dijital linol istiyorum dedi, onunla da kalmayıp litografi ve ahşap baskı örnekleri gönderdi on dokuzuncu yüzyıldan. Tam direnecek oldum, vazgeçtim, kabul ettim. Dolayısıyla oturup baskı bakmaya başladım internette. Derken Hokusai’nin eskiz defterlerinin arasında kayboldum, oradan çıkıp YouTube’daki linol, mono baskı, ahşap baskı videolarına daldım. Oradan nasıl olduysa Japonların geleneksel kâğıt yapma yöntemlerini izledim. Kendimi üzerinde ebru denemek için internetten 40 gr (çok ince) Japon kağıtları satın almış olarak buldum. Hemen kendime çeki düzen verip gutenberg.org’daki ahşap baskıyla resimlenmiş klasik kitapları indirip karıştırdım, Dante’ler, Grimm Kardeşler falan. Sonra başka bir deneme resmi yapıp gönderdim, aaa bu olur dedi. Bu sefer de ben beğenmedim, çok karanlık bence, ışık yok. İyi o zaman incelt istediğin gibi dedi, daha o kafaya giremedim, hâlâ örnek bakıyorum. Şimdi, normalde bir çizerle bir yazar arasında böyle bir diyalog olamaz çünkü zaten iş tanımı ve zamanlama baştan bellidir, çizerin çizgisi bellidir, yazar aşağı yukarı ne istediğini editöre söylemiştir ya da editörün elindeki diğer tüm çizerler dolu olduğu için eldeki tek seçenek olan bu çizer nasıl isterse öyle çizecektir, yoksa o kitabın basım tarihi bir yıl atacaktır. Ama ben editör onayı almamış bir metni resimliyorum ve üstüne üstlük de eğer editör tamam kitabı basarım ama kendi çizerimi isterim, bu çizimleri istemem derse yazar kesinlikle olmaz falan demeyecek, hiçbir şekilde benim çizimlerim yazarı bağlamayacak. Ben bunu büyük lüks olarak görüyorum; daha önce de bir kez bir yazarla arada yayınevi ve editör olmadan çalışmıştım, sonra o iş buhar oldu bitmeden ama o özgürlük hissi ve o yazarla da çizimler üzerine birlikte kafa yormamız, onun benim görmediğim şeyleri görmesi, benim onun metnini yorumlama özgürlüğüm çok iyiydi. Şimdi de gitmeyi özel olarak istemediğim bir yöne yazarın yönlendirmesiyle gidiyor olmak çok hoşuma gidiyor. O arada dallanıp budaklanmak da hoşuma gidiyor. Ama tabii bütün bunların temelinde şu var: Ben aslen çizerlikle değil editörlükle geçiniyorum. Dolayısıyla kiramı ve faturalarımı ödemek için onaylanmış, süresi ve parası belli (yani acil ve ucuz) kitap resimleme işleri yapmam gerekmiyor. Ama diğer yandan bu lükse sahip olmak için çok çalışıyorum; editörlüğüm ve çizerliğim birbirini beslesin diye uğraşıyorum, zamanımı ve zihinsel enerjimi ucu belirsiz bir kitap resimleme işine yatırmaktan çekinmiyorum çünkü bana heyecan veriyor. Editör olarak, bu türden bir diyaloğu çizer Ali Çetinkaya ile kurma şansım olmuştu, o da çok mutluluk vericiydi. Biri basılmış, diğeri henüz basılmamış iki kitabında da her sayfa üzerine saatlerce kafa patlattığımızı hatırlıyorum. Buluşup bir yerlerde oturuyorduk, kocaman dosyasından durmadan kocaman kâğıtlar çıkarıyordu (elde çizip sonra dijitale geçiyor), garsonlar hayretle bize bakıyordu. Temelde bence o da meraklı ve denemeye çok açık bir çizer olduğu için böyle bir diyalog kurabildik. İki kitap için de yazarla Ali arasında hiçbir diyalog olmadı ama ilk kitap basılıp da yazarla çizer TÜYAP’ta buluştuğunda, yazar Ali’ye “Neyi hayal ettiysem, nasıl hayal ettiysem öyle çizmişsiniz, sanki aklımı okumuşsunuz.” dediğinde şak diye düşüp bayılacaktım.
Sanatınızı/çizimlerinizi beslemek için neler yapıyorsunuz?
Sanırım bütün paramı kitaba yatırıyorum. Yalnızca resimli kitaplara değil, kurgu ve kurgu dışına da. Editörlük icabı Bologna’ya gidebildiğim pandemi öncesi şanslı günlerde sadece peynir ekmek yiyip bir bavul dolusu kitapla dönüyordum, o kitapları döndüre döndüre okuyorum hâlâ. Mesele sadece dünyada kim ne çiziyor, iyi çizerler metinleri nasıl yorumluyor, iyi yazarlar çizere ne kadar alan bırakıyor meselesi de değil; aynı zamanda kim neye cesaret edebiliyor, biz nelere niye cesaret edemiyoruz sorusu da benim için merkezi öneme sahip. Mesela Bologna’dan serigrafiyle beş yüz adet basılmış ve numaralandırılmış iki çocuk kitabı almıştım, hazine gibiler benim için. Ya da bizim için çok “radikal” fikirler üzerine kurulmuş çocuk kitapları; yine aynı sene Bologna’dan Amerika’da göçmen işçilerin nasıl görünmez kılındığı, görünmez emeğin nasıl aslında her yerde olduğu üzerine bir çocuk kitabı almıştım. Sonuçta dediğim gibi hikaye anlatıcılığı bir bütün; biz bu ülkede birtakım sınırlar içinde görsel ya da yazılı hikaye anlatıcılığı yapıyoruz ve o sınırları verili kabul ediyoruz, oysa o sınırların kalktığını hayal edebilmek bile sanatı dönüştürüyor bence. Sınırlar yokmuş gibi davranmaktan bahsetmiyorum, o sınırların yakıcılığını editör olarak da her kitap seçimimde tekrar tekrar yaşıyorum ama o sınırların farkına varmak, o sınırların ötesinde ne olduğuna dair her zaman merak duymak çok önemli ve besleyici bence. Sanırım işin özü merak; fikirleri, teknikleri, anlatım dillerini merak etmek. Merak etmezseniz sahibini arayan tatlış kedili hikâyeyi de, babasını kaybetmiş büyüme çağındaki çocuğun hikâyesini de aynı dille anlatmaya kalkıyorsunuz, bu sefer kendi kendinize ekstra sınırlar koyuyorsunuz, kendi çizginize sıkışıp kalıyorsunuz. Sanırım profesyonel çizerliğin en ciddi sorunu aynı tarza, aynı ifadeye, aynı düğme gözlere takılıp kalmak. Ben takılıp kalınca malzeme değiştirmeyi çok zihin açıcı buluyorum. iPad’i elinden bırak, ebru yap; aynı sahneyi linole oymayı dene; ince ince suluboyayı bırak, yağlı pastelin kalın dünyasına dal. Sonra yeniden iPad’e döndüğümde bambaşka bir kafada oluyorum. Bir de bence dil de tarz da gelişen ve değişen şeyler. Eskiden bir resme/illüstrasyona bakar bakmaz kimin yaptığını şak diye anlamayı iyi bir şey sanırdım; işte paleti, çizgisi oturmuş bir çizer/ressam derdim. Artık yeni şeyler deneyenlere, çizgiyle, boyayla, fırçayla alıp veremediği olanlara hayranlık duyuyorum. Çocuk kitabı dünyası da bundan muaf değil. En sevdiğim çizerler kalıplarına sığmayanlar. Bir keresinde Beatrice Alemagna’yı kısaca dinleme şansım olmuştu, aşağı yukarı şöyle dedi: “Bir işin başına oturduğumda, diyelim ki bir çiçek mi çizmem gerekiyor bir kitap için, otomatikman en iyi bildiğim, en kolay yaptığım ve yanılmayacağımdan emin olduğum çiçeği çiziyorum. Sonra hoop, diyorum kendime, kolaycılığa kaçma. Oturup merak ettiğim, beni zorlayan, denemediğim, denemekten korktuğum ya da olmaz dediğim bir çiçek yapmaya uğraşıyorum. Her seferinde sınırlarımı zorluyorum.” Sanırım bundan daha güzel bir kendini besleme yöntemi olamaz.
Bir kitabın rafta yerini alana kadar geçirdiği mutfak sürecini çizer cephesinden anlatır mısınız?
Ben çocuk kitabı editörüyüm ama çizer olarak hiç editörle çalışmadım, hep yazarla çalıştım. Biraz ironik bir durum aslında çünkü ben editör olarak çizerlerle çalışırken onlarla yazarın arasında bir kolaylaştırıcıdan ziyade bir duvar gibi duruyorum bence, Türkiye’de bütün çocuk kitabı editörleri aşağı yukarı böyle çalışıyor. Yazarı çizere tercüme ediyorum, çizere bir nevi sanat yönetmenliği yapıyorum, sonra dönüp yazardan görüş alıp tekrar çizere tercüme ediyorum. Hem yazarlık hem çizerlik deneyimim olduğu için (kendilerine sormak lazım tabii ama) yazarlarla çizerlerin bundan çok da şikâyetçi olduğunu sanmıyorum ama bence sanat yönetmenliği normalde editörün işi değil, yurt dışında büyük yayınevlerinin sanat yönetmenleri var o yüzden. Hayatta çalıştığım en ilginç proje, Selin Kutucular ve Caroline Erel’le yaptığımız kitaplardı. Mutfak süreci olarak anlatılabilecek en güzel hikaye olduğu için izninizle kendi çizdiğim kitapların “metni oku-eskiz yap-eskiz gönder-onay al-çiz-boya-tara-Photoshopla-dizgisini yap-son hali için yazar onayı al-baskı kopyası hazırla-matbaaya git” (dizgileri ben yapıyorum, matbaada son renk ayarına kadar da yayınevinin tüm kitaplarını ben takip ediyorum) sürecinin yerine, Selin ve Caroline’le yaptığımız o kitapların mutfak sürecini anlatacağım. Şef ve mutfak yazarı Selin Kutucular, üç tane son derece sade, görsel hiçbir öğe barındırmayan, her türlü yaratıcılığa açık kitap metni yazdı. Caroline Erel, fotoğrafçı; bir fotoğraf stüdyosu var ve stüdyonun bir köşesi de açık mutfak, normalde çekim aralarında çay kahve yapmak için. Biz gerçekten gidip “mutfakta” üç kitap hazırladık. Ben her sabah kalkıp kocaman bir süpermarkete gidip kilolarla meyve sebze ve bilumum yemiş alıyordum, sonra stüdyoya yollanıyordum. Caroline ışıkları, reflektörleri, fotoğraf makinesini ayarlıyordu, Selin bir bavul dolusu kesme kalıbı, bıçak, oyma aleti, karıştırma kabıyla geliyordu (akşamları hep yemeğe misafiri olduğundan o koca bavulu tekrar eve götürüyordu genelde) ve üçümüz masanın başına geçiyorduk. Beyaz mdf üzerinde ince ince doğradığımız, yonttuğumuz, kıvırdığımız, dizdiğimiz sebzeler, meyveler, peynirler, yemişler, baharatlarla kitabın her sayfasını resimliyorduk. Genelde eskiz çizmek yerine malzemeleri kabaca yerleştirerek kompozisyonu belirliyorduk. Bir şef ve yazar, bir editör ve çizer, bir fotoğrafçı olarak üçümüz, her kitap için sanırım ikişer hafta sabahtan akşama kadar nefes almadan kestik, biçtik, yerleştirdik, çektik; kompozisyonlara, malzemelere, ifadelere, görsellerin çift sayfa mı tek sayfa mı olacağına birlikte karar verdik. Bir sayfadaki bir karakteri birimiz, başka bir karakteri diğerimiz, arka planı üçüncümüz yapıyorduk, bazen zaman darsa her birimiz bir sayfayı hazırlıyorduk, bazen de Caroline’le ikimiz sadece kesme biçme işlerini yapıp görseli tamamen Selin’in çılgın yaratıcılığına bırakıyorduk. Sayfa hazır olunca da Caroline fotoğrafları çekerken Selin’le ikimiz reflektörleri tutuyorduk. Sonra ben bütün o fotoğrafları alıp Photoshop’ta tek tek köşe bucak temizledim, kompozisyonlara eklemeler yaptım, kitapları InDesign’da dizdim, o kısım da her kitap için on gün kadar sürdü. Sanırım Selin’in acil işi çıktığı için fırsattan istifade baştan sona benim yaptığım bir iki sayfayı en sevdiğim illüstrasyonlarım arasına koyabilirim rahatlıkla, o kadar yorucu, eğlenceli, zihin açıcı bir işti ki. Tabii ki normalde yazar, editör ve çizerin böyle ortaklaştığı, iç içe geçtiği başka bir örnek bulmak zor. Yazar da çizer de böyle bir işbirliğine pek gönüllü olmayabiliyor; çizer uzatmadan yapıp bitirmek isteyebiliyor ya da yazarın görsel ilgisi sınırlı olabiliyor; bizim sektörde zaman bir lüks sonuçta. Lüks olmaktan çıkmasının tek yolu da herkesin emeğinin karşılığını rahatça alabilmesi tabii ama gerek hiç dinamik olmayan, kemikleşmiş yayıncılık sistemi, gerek roket gibi uzaya fırlayan basım maliyetleri, gerek dağıtımcıların yüksek payı nedeniyle olay gene minimum zaman (çünkü geçinmek için bu kitabı bitirip sonraki kitaba geçmek gerek), minimum ücret, o ücret karşılığında da minimum emeğe gelip dayanıyor.
edebiyathaber.net (6 Mart 2021)