Kadınları ve erkekleri, tutkuyla çarşaflara serilişlerini, sonra bir gün içlerinin sönüşlerini en güzel masallar anlatır. Menekşe Toprak’ın son romanı “Ağıtın Sonu” da doğunun bir zamanlar kulaklarımıza fısıldanmış kadim hikâyelerini andıran masallar ve masalsı bir dille ince ince örülmüş.
Göçerliği, yerleşemeyişi, yerleşse bile kendini o şehre, şehrin ruhuna, şehrin birlikte anıldığı memlekete ait hissedemeyişi, kadınlığı, kadınlığın ağrılarını anlatıyor Menekşe Toprak. Bazen kasık ağrısı oluyor tarif edilen bu ağrı, hazzın ağrısı yani, bazen geçmişteki yaraların ağrısı. Bir şehirden ötekine, İstanbul’dan Ankara’nın gecekondu semtlerine, adalardan Orta Anadolu’ya akıyor hikâye. Ve hepsinin ortasında güçlü bir kadın duruyor. Menekşe Toprak‘ın kahramanı Fatma gücünü bence dürüstlüğünden alıyor. Hazzı on beş yaşındayken ilk keşfedeşini, sportif bedenini ve beyaz dişlerini unutmadığı Kerem’in arkasından, rüzgârın savurduğu bir kağıdın arkasından koşturan çocuklar misali gidişini, üniversitede kız öğrenci yurdunda kalırken geçmişini, yoksulluğu, dershaneye yolunun uğramayışını gizleyişini, yurtta kızların yanında hissettiği yabancılığı, Almanya’da Macar sevgilisi Bartal’la ortak bir yaşam oluşturamayışlarını edebiyata yakışan ama olabildiğince şeffaf bir dille anlatıyor Fatma.
“Evde kimse yoktu. Fatma her zamanki sedirde yatıyordu. İçindeki acıyı nasıl dindireceğini bilmezken, ellerini bacaklarının arasına götürmüş, bastırdıkça o güne kadar bilmediği sancılı bir haz gövdesine yayılmış, o tuhaf, o bir an her şeyi unutturan sarsılmayla kendinden geçmiş, sonra çözülüp ağlamıştı.”
Evet, kadınlık durumları Fatma’nın hikâyesinin belkemiğini oluşturuyor. Ancak kitabın en güçlü bölümleri geçmişi anlatan bölümler. Aşktan söz etmeyi seven coşkulu bir dede, bıkıp usanmadan ölümlerden söz eden kederli bir nine, ninenin ağıtları, dedenin masalları ve boşlukta salınan bir çocuk. Dede, nineye aşkını bir masal gibi anlatmayı seviyor çocuklara: “Çok çok eski zamanlarda bir delikanlı varmış, askerden yeni dönmüş, bir de on dördünde bir ay parçası, güzel mi güzel bir dilber olan şu ananız varmış. Askerliğini bitirmiş ama bir kaç gün sonra Adana’ya çalışmaya gidecekmiş delikanlı dede…”
Masallar ne zaman gerçek olur, gerçekler ne zaman masallaşır? Ağıtın Sonu’nu Fatma’nın Hollanda’dan gelip yerleştiği ve karmaşasına, müziğine, dizilerine, kavgalarına kendi iç dünyasında bir yer açmaya çalıştığı İstanbul’da okuyorum satır satır. Fatma’nın o mahalleden bu mahalleye sürüklenişi gibi, ben de kitabı Avrupa yakasından Anadolu yakasına, oradan gerisin geri çayımı yudumlayarak devam ettirdiğim bir deniz yolculuğuyla Kabataş’a, oradan ev bildiğim, soluğumla ısınan çiçeklerimle şenlenen kendi dünyama taşıyorum.
Yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı, yerleşik hayatları, yerleşemeyenleri, uzaktaki bir ülkede yaşadığım hikâyeleri düşünürken, Fatma da Kurtuluş’a benzeyen bir semtten dünyaya bakıyor ve hatırlıyor. Bartal’la daracık bir otel odasında yedi gün boyunca kafese kapatılmış kuşlar gibi birbirlerine çarpıp duruşları, erkekler ve kadınlar arasındaki iletişimsizlik, insanın dış dünyayla iletişimsizliği ve sonunda kendi iç dünyasına seslenişi.
Yazılı her metin böyle bir sesleniştir bana kalırsa ve “Ağıtın Sonu” çoktan sıkıcılaşmış bir bugünü ya da masallaşmış bir geçmişi anlatırken bunu çok iyi hissettiriyor okura. Duvarlar hep olacak itiraf etmemiz gerekirse, en önce yıkmamız gerekense kendi içimizdeki duvarlar.
Anlatının önündeki duvarlar bunlar aynı zamanda. Sadece kendi kendiyle değil okurla da “konuşabilmesi” için yazarın
önce kendisiyle buluşması, barışması, içindeki duvarları tanıması, yüzleşerek, gerekli soruları sorarak onları indirmesi, kendi duvarlarının ötesini görmesi şart galiba. Bir farkındalık aslında sözünü ettiğim ve kökenlerinin, zorladığı sınırların, geldiği çekirdeğin, sakladıklarının farkında bir kahraman “Ağıtın Sonu”nda karşımıza çıkan.
Eğri oturup doğru konuşalım. Eksik anlatırız kendimizi, rüyalarımızı, içimizdeki kavgaları, kıskançlıklarımızı, evliliğimizin sorunlarını, sevgilimizin bize neler dediğini, neden uyuyamadığımızı, neden annemizle bir türlü barışamadığımızı hep eksik anlatırız. Saklarız yani.
Sakladıklarımızın sancısıdır hayat. Menekşe Toprak‘ın kahramanı Fatma tamı tamına böyle bir hastalığın sancılarını çekmekte, eksik yaşadıklarını eksik anlatarak, yani kendinden bile saklayarak, geçmişi yok varsayarak meseleleri sadece uzaklaştıracağını ama halledemeyeceğini yaşadığı her tekil olayda, karşılaştığı her adamda görmektedir.
Şehirli, köylü, taşralı, kökenleri ne olursa olsun modern kadınların bir çoğu Fatma’da kendilerini bulacaktır. Hepsinin mayasında bu ülke vardır çünkü, bu ülkenin kederli nineleri, bahtsız anaları, öfkeli abiler, okutulmayan kızlar, yaşanamayan kursakta kalan aşklar… Ve bütün bu yaşanmamışlıklara denk düşen yakıcı bir cızz sesidir. Sayfaları çevirirken duyarsınız onu, evinizde eski fotoğrafları karıştırırken, ayaklarınızı yerden kesmiş bir aşkın anısını henüz avuçlarınızda tutarken.
Yarım kalmış hikâyeleri birinin tamamlaması gerekir. Balkonunu kullanmaya pek fırsat bulamadığı evi, onu bir daha aramayan adamı, yaralı bir ilişkiyle bağlı olduğu anasını ve lodoslu bir havayla başlayan macerasını terk edip başka ülkeye giderken Fatma’nın yaptığı da budur. Hikâyesini yaşadığı gibi, tüm eksikleriyle anlatır. Geride kalan, dedenin ve torunun ayrı ayrı tarif ettiği göğüste kalan o cızzz sesidir. “O cızırtı yanan bir volkan misali, göğsünden aşağılara, karnına inmiş; kollarına, bacaklarına, parmaklarına yayılmış, tutuşturmuş dedeyi. Nereye gidecekmiş, işi neymiş unutmuş.”
Yaşamak bazen bir cızz sesi kadar kısadır. Geriye kalan da “anlattığımız ve hatırlattığımız hikâyeler”dir.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (31 Ocak 2014)