Okulların tatile girip çocukların özgürlüklerini ilan edeceği şu günlerde yazlık okuma listeleri de hazırlanmaya başlamıştır. Listeler tamam da şu “yaz kitapları” söylemine tahammül edemiyorum. Diğer mevsimlerde nedense böyle bir isimlendirme yapılmıyor. İlle de yaz kitapları. Dışarıdan bakıp bilmeyen de toplum olarak şezlong üzerinden inmiyoruz sanacak. Hele ki böyle bir dönemde değil tatile çıkıp yaz kitaplarını okumak evdeki klimanın düğmesine basarken bile düşüneceğiz sanırım.
Tüm bunlara rağmen yine de çocukları kitapsız bırakmayalım. Onlar için güzel kitaplar raflarda yerini almaya devam ediyor hâlâ. Adıyla da mevsime uyacak bir kitap var önümde. “O Ağustos Günü.” Rindert Kromhout’un yazdığı, Annemarie van Haeringen’in resimlediği, Lale Şimşek Çalışkan’ın da dilimize çevirdiği kitap Can Çocuk etiketiyle çocuklarla buluşuyor.
Kitabı okumaya başladığımda boğucu kent yaşamından bir anda uzaklaştığımı hissettim. Tamamıyla örtüşmese de kendi çocukluğumun sakin yaşam alanı elimdeydi işte. Anlatılan hikâye o denli keyif verici olmasa da anlatımın sıcaklığı sarıp sarmalıyor bir anda. Yazar, küçük bir İtalyan köyünde yaşanan yıkıcı bir depremi anlatırken, hayatın ne kadar öngörülmez ve üzücü olabileceğine odaklanmak yerine, hayatta kalmak ve yaşamak için sevgiye duyduğumuz gereksinimin altını çiziyor. Zaten hep böyle olmaz mı? Yaşama tutunmak için kendimizce nedenlerimiz yok mu? Aksi takdirde bu hayatın ne denli çekilebilirliği olurdu ki?
“On dört yaşındaki Enrico, yaz tatili boyunca sabah vadide yaşayan büyükbabası Luigi’nin ziyaretine gider. Artık iyice yaşlanan büyükbabasına koyunları otlatırken yardımcı olur ve bir yandan da eskiz defterine çizimler yapar. Enrico küçüklüğünden beri çizer olmanın, Güzel Sanatlar Akademisi’ne giderek dünyayı keşfetmenin hayalini kurmaktadır. Zeytin ağaçlarıyla çevrili, aydınlık ve neşeli köylerinde, her şey her zaman nasılsa öyledir. Ta ki kitabın adında dediği gibi, o ağustos gününe dek…”
Çizimleriyle de dikkat çeken bir kitap “O Ağustos Günü.” Diğer çocuk kitaplarından alışageldiğimiz resimler yok kitapta. Eskizlerle dolu ve her biri ilgi ekici.
Başka Dünyadan Gelen Kız
Sözünü etmek istediğim bir diğer kitap da “Başka Dünyadan Gelen Kız.” Bu kitapta anlatılan hikâye çok etkileyici ve anlatılanın yazarın gerçekliği olduğunu öğrenmekse etkileyici olmanın ötesinde sarsıcı. Asla yan yana gelmemesi gereken iki sözcüğü; savaş ve çocuk sözcüklerini bir arada kullanmak, okumak çok üzücü. Fakat bu da içinde yaşadığımız bu kötü dünyanın gerçeği!
“Adam’ın annesi onu ormana getirdiğinde, geri döneceğine ve Adam’ı alacağına söz verir. Aynı gün Adam, ormanda sınıf arkadaşı Thomas’la karşılaşır. Thomas’ın annesi de oğlunu saklamak için buraya getirmiştir. Savaş patlak verdiğinde, annelerinin hemen dönemeyeceğini anlayan iki çocuğun ormanda hayatta kalmanın bir yolunu bulmaları gerekir. Adam ve Thomas etraftan topladıkları dallarla kendilerine küçük bir ağaç ev inşa ederler. Şans eseri karşılaştıkları eski okul arkadaşları Mina, onlara gizli gizli yiyecek getirerek hayatını tehlikeye atar. Kış şiddetini artırdığında, ısınmak ve yiyecek bulmak zorlaşır. Savaşın sesleri ormanda büsbütün hissedilmekte ve işler daha kötüye gitmektedir. En çok ihtiyaç duydukları anda bir mucize gerçekleşir.”
Yazar Aharon Appelfeld, kendi deneyiminden yola çıkarak yazdığı kitapta, dokuz yaşındaki Adam ve Thomas’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında, bir ormanda saklanarak hayatta kalmalarının akıllardan kolay kolay çıkmayacak hikâyesini anlatıyor bize.
Kitabı resimleyen Philippe Dumas, çevirense Alain Matalon.
Çocuklarımızı dünyanın tüm kötülüklerinden korumak isteyerek büyütürüz. Sorumluluklarını olabildiğince üzerlerinden almak isteriz daha az yorulsunlar diye. Fakat bu kitaplarda olduğu gibi, doğal afetlere, savaşlara engel olamayız. İşte bu şartlarda savunmasız, korunmasız ortada kalakalırlar. Biz yine de başka bir dünyanın mümkün olduğu inancımızla, umudumuzla, çalışmaya devam edelim. Daha güzel bir dünya için…
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (28 Mayıs 2018)