Yazıyı çok kutsal tanımlar bazı yazarlar, burunlarından kıl aldırmazlar adeta, Tanrı yaratır, biz de yaratırız, tanrısal bir faaliyet yapıyoruz diye düşünürler; halbuki, dünyanın bilinmezleri içinde bildikleri aslında o kadar çok azdır ki; ya da yaşadığımız evren içinde aslında o kadar az yer kaplar ki bu faaliyet…
Bu hiçlik hali elbette onların zihinsel ya da yaşamsal eylemlerini anlamsızlaştırmaz ama “mütevazı” yazar ya da sanatçı bulabilmek sahiden zordur. “Yazarlığa bir kutsallık yükleyen yazarlardan değilim. Sanıyorum, ben bu işi sevdim.” diyebilen, mütevazı, zor bulunurlardan biridir Necati Tosuner.
Yaklaşık bir yıl önce, bir söyleşi için evine konuk olduğumda da gördüm, yaşadım bunu. Yanına yaklaşılamaz bir adam değil Necati Tosuner. Çok kolayca “Necati Abi” diyebileceğiniz biri. Yaklaşık 50 yıldır okuyor, yazıyor, üretiyor. Roman ve öykü yazarı o. Hatta onun için rahatça şunu diyebiliriz: Özellikle şiirsel bir yalınlık içindeki kusursuz Türkçe kullanımıyla kısa öykü türünün, yaşayan en büyük ustalarından biridir.
Pek çok ödül aldı, elli yılı aşan yazın süreci boyunca. Birkaçını anıverirsek, 1970’te “İlk Gün” adlı öyküsüyle TRT Sanat Ödülleri Başarı Ödülü, 1978’te “Sancı… Sancı…” adlı romanıyla Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü, 1997’de “Armağan” adlı öyküsüyle Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, 1999’da “Güneş Giderken” adlı öykü kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, 2008’de ise “Kasırga’nın Gözü” isimli kitabıyla Attilâ İlhan Roman Ödülü’nü aldı.
Tosuner şimdi 71 yaşında, yazmaya devam ediyor hala ki, “yazarlığın emekliliği olmaz” diyenlerden. “Kitabın Adı”nı yazdı en son. Günışığı Kitaplığı yayımladı. Geçtiğimiz Haziran ayında aldı yerini raflarda kitap. Bir çocuk romanı. İtiraf edeyim ki, kendi çocukluğunu, kendi romanını yazmış gibi hissettim çünkü birkaç yerde okura göz kırpmalarını fark ettim onun satır aralarında. Sanırım bunu biraz da kendisiyle yüz yüze sohbet etmişliğin hatırası olarak hissettim, belki de bana öyle geldi, kim bilir…
Keleş Osman, Arda’nın Derdi Ne?, Dur Bakalım Petek isimli romanları ve Dayım Balon Olmuş gibi öykü kitaplarıyla çocuk edebiyatımızı zenginleştiren dil ustası Tosuner “Kitabın Adı”nda gençliğe adım atan bir çocuğun, Caner’in ailesiyle olan ilişkilerini ve içinde yazma tutkusunun keşfine yönelik çabalarını anlatıyor, aynı zamanda arkadaşlığın ve küçük mahalle yaşamının gücünü duyumsatıyor okura.
Romanın kahramanı Caner, çok “insan” bir çocuk, çocuklarımızdan biri gibi ama yine de daha çok, bir büyük olarak okurken bile, şunu hissettiriyor okura: “Bu, benim çocukluğum!”
Gün boyunca zihnimiz daldan dala konar, pek çok şey düşünür, pek çok hayaller kurarız. Şayet bir konu, olay, durum üzerinde değilsek zihnimiz gezer durur. İnsanın, bu dağınıklığını, daldan dala konuşunu çok güzel ele alıyor ve okura sunuyor yazar. Bir çocuk karakterin üzerinde çocukluk dönemini veriyor. Bunu yaparken o çocuksu masumiyeti de korumayı başarıyor. Çocuklara kötü örnek olacak ne bir kurgu ne de bir kelime, cümle var romanda, bir çocuk uzmanı hassasiyetiyle işlenmiş tüm sözcük ve tümceler.
Büyükler üzerinden zaman zaman geçmişe akıyor, geçmişe götürüyor okuru:
“Çünkü eskiden herkes fotoğraf çekmezmiş. Herşeyden önce, bir fotoğraf makinesi gerekirmiş… Yok efendim öyle telefonla şipşak! Doğrusu çok para tutarmış iyi bir fotoğraf makinesi edinmek. Boynuna bir makine asmakla da bitmezmiş… Nerde öyle bedavadan, herkesle fotoğraflarını paylaşmak mı diyorlar, ne diyorlar şimdi hani?.. Önce film almak istermiş makineye ki çeksin, efendim… Ama her makine türünün filmi de ayrı olurmuş. Başka filmin makarası uymazmış makinenin film konulan yerine. Çekip çekip film bitince, götürüp banyo ettirmek gerekirmiş. Ancak o zaman çıkan filmin arabından biraz görebilirmişsin. Çektin ya çıktı mı, hele hele nasıl çıktı bakalım?.. Sonra o pozlardan seçip beğendiklerini –hem de herkes için ayrı ayrı- bastırmak gerekirmiş. Bitmediii!..Bir de göndereceksin, herkes için ayrı ayrı zarf ister, posta parası ister, postaneye gitmek ister, falan… Yaaa!”
Romanın dili duru ve sade. Yalın ve akıcı bir anlatım var sonuna dek. Tosuner’in doğallığı ve sadeliğini görüyorsunuz romanda. Sözcüklerle dans ediyor ama öylesine sade ve özgün bir dans ki, ne sözcükler yoruluyor ne okur.
Romanın ana karakteri Caner, zihni çok insani ve doğal şekilde daldan dala atlayan bir çocuk ama bir kelimeden koca bir dünya yaratacak kadar da geniş bir hayal dünyasına sahip. Dedesinin, anne ve babasının başrolde olduğu çocukluk anılarına çok düşkün. Onları öylesine anlatıyor ki, adeta kendi dede, baba ve annenizin hayatını dinler gibi oluyorsunuz.
Sonra Ece giriyor hayatına. Ece aynı okuldan ama bir başka sınıftan okul arkadaşı. Okul servisinde tanışıyorlar. Ece ile başlayan küçük atışmalar, sohbetler, zamanla her ikisini de etkileyen paylaşımlara dönüşüyor. İkisinin arkadaşlığı özellikle Caner’in dünyasını çok daha fazla genişletirken onun sözcüklerle yarattığı dünyasını da alabildiğine renklendiriyor.
“Kitabın Adı” bir roman da olsa adeta küçük küçük hikâyelerden oluşması, hem kolay okuma ve anlama şansı veriyor okura hem de uzun bir yolculukta verilen sık sık molalar gibi onun yorulmasının önüne geçiyor.
Bir çocuk kitabı olmasına rağmen öyle çalakalem yazılıvermiş bir kitap değil “Kitabın Adı”. Bir okur olarak bende hep şu his olmuştur: Çocuk kitaplarına, büyüklere yazılanlar kadar değer verilmez. Bu romanda ise yazar sahiden değer veriyor ve bu değer inceliğince dokuyor cümlelerini, eser boyunca dildeki ustalığını göstermekten geri kalmıyor. Şunu kolaylıkla hissediyorsunuz ki, bir büyük romanı yazılsa ancak bu kadar değer verilebilirdi. Çocuk, büyük bir adam yerine konuyor, anne-baba ne kadar değerliyse onun da o kadar değerli olduğunu hissettiriyor.
“Kitabın Adı” sadece çocuklar tarafından değil, büyükler tarafından da okunabilecek kıymette bir emeğin ürünü.
Şakir Altıntaş – edebiyathaber.net (15 Ekim 2015)