Yaşam-ölüm, varlık-yokluk, hiçlik-benlik, anlam-anlamsızlık, gitmek-kalmak kavramları zihnimde birbiriyle cebelleşiyor. Ben kimim? Yaşamın anlamı nedir? Neden birilerinin dayattığı kurallar hayatımızı belirliyor? Kendi kaidelerimiz bu hayatı kucaklamaya ve yaşamaya neden yeterli olmuyor? Böyle varoluşsal soruların altında ezildikçe imdadıma Tezer Özlü yetişiyor.
Yapıtlarını okudukça; isyanımı, öfkelerimi, kırgınlıklarımı, sevinçlerimi, gitmelerimi ve içimdeki korkunun esiri olarak hızlıca dönüşümü gördükçe zayıflığımı tanıdım. Büyük bir fırsat kabul edilebilecek hayatı ne kadar hafife aldığımı ve basitçe yaşadığımı fark ettim. Tezer Özlü aracılığıyla kendi içime yöneldikçe, konu kişisel olmaktan uzaklaştı ve yazma isteği yarattı.
Evde asilik toplumda muhaliflik
Kalıplara sığmayan, kısıtlı koşullarda sınırsız bir dünya kurmayı başarmış; düzene, toplumun dayatmalarına karşı gelmiş, edebiyatın “ hüzünlü, gamlı, nostaljik prensesi” lakaplı Tezer Özlü, en sevdiği yazar olan Cesare Pavese’den otuz yıl sonra aynı gün (1943’te) Kütahya’da hayata gözlerini açar. Otoriter bir öğretmen olan babanın evdeki katı kuralları, onun hayata karşı ilk direnişini ateşler. Bir göçebedir o. Her zaman gitmek isteyen göçebe bir ruh!
İlk kitabı Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde, hayranı olduğu Franz Kafka’nın babasıyla yaşadığı sıkıntılı ilişkinin benzerini yaşadığını ima eder. İleriki yaşamında otoriteye karşı gelişinin, kurallara isyan edişinin, kendi içinde kurduğu dünyada yaşama özleminin temelinde, çocukluğunda yaşadığı bu duygunun payı olsa gerek.
Okumayı, gezmeyi, sorgulamayı seven ne çok okur, onun gitmek üzerine kurduğu hayatına imrenmiştir; ne çok okur Özlü’nün etkisiyle “gitmek”i sevmiştir:
“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken, gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… Evlerin pencere camları buharlaşmışsa… Odaların içine asılmış çamaşır görürsem… Bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, isterim hep.”
Bu gitmeler sonunda ölümün ötesine gitmesini gerektirdi. Çekinmeden onu da yaptı, Tezer Özlü! Yaşama duyduğu tutku onu ölüm karşısında çaresizleştirmedi, aksine ölümü yaşamın bir parçası haline getirmeyi başardı! İntihara kalkışmaları başka türlü nasıl açıklanabilir? Bunu da edebiyat hayatında özel bir yeri olan üç yazarın (İtalo Svevo, Cesare Pavese ve Franz Kafka) ölümlerinin peşinden sürüklendiği bir ömür diye görmek mümkün:
“Bütün yaşama cesaretini ölülerden alıyorum. Alıntılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın her ihtiyacı olan olguyu vermiş, söylemiş, yazmış ölülerden.”
Sevgi, hayranlık ve rahatsızlık yaratan bir yazar
Tam da bu nokta bizlerin, birçok okurun Tezer Özlü’ye hafiften öfke duyduğu bir konu! Ölüme nasıl bu kadar kolay koşabildi! Bizler hayata sımsıkı sarılmaya çalışırken, yeri geldiğinde Deli Dumrul hikayesinde olduğu gibi kendimize emanet bir can bulmaya çalışırken… Bazen çok sevdiğimiz insanların ağır hastalıklarında bile, sırf birazcık daha bizimle beraber olsunlar, bizi terk etmesinler diye, acılarıyla yaşamalarını isteme bencilliğine kapılmamız, sonra da kayıpları karşısında derin bir acı ve hüzün yaşamamız bize bu kadar anlaşılır gelirken onun bu rahat tavrına nasıl kızmayız!
En basit bir kararda bile birilerinin iznine ihtiyaç duyan ben, Tezer Özlü’nün haymatlosluğunu sevdim. Şairin deyişiyle yaşama bu kadar sevdalıyken bir anda vazgeçme arzunu kıskandım.
Tezer Özlü’nün bu özellikleri yeni tanışanlarda elbette şaşkınlık yaratır. Hayata tutunma çabamız sadece günü kurtarma amacı güderken Böyle bir yazarla ilgilenmek başka nasıl bir etki yapar ki! Hiçbir eşyayı, işi, makamı ciddiye almaması, aksine bunlardan kurtulma isteği şaşkınlık kadar hayranlık da uyandırır. Kendi içimizde ördüğümüz duvarların kalınlığında kaybolurken, o duvarın dışına çıkmış bir yazarla karşı karşıya kalırız.
Hislerini bu denli yoğun yaşayan Tezer Özlü için aşk da taviz vermediği bir konudur. Türk edebiyatında cinselliği yalın, çıplak, arı şekilde anlatan kadın yazarların başında gelir. İlk cinsel birlikteliğini, eşleriyle yaşadıklarını – zira kısa yaşamına üç evlilik sığdırmıştır – aldatmalarını, aldanmalarını kendi kendisiyle konuşur gibi okuruyla çok rahat bir şekilde paylaşır. Bu konudaki hayal kırıklıklarını, acılarını, mutsuzluklarını şöyle anlatır:
“Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için, ilkin nikah imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? Erkekler, kadın resimlerine mi bakıp heyecanlanmalılar? İlk kadını genelevde mi tanımalılar? Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine ‘mal’ gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpıtılıyor.”
Cinsellik, kadın erkek ilişkisinin rahat yaşanması gibi konular toplumun birçok kesiminde tabu niteliğini sürdürüyor. Yazarın sözleri güncelliğini sürdürüyor. Hele ki kadın cinayetlerinin önüne geçilemediği, hemen her gün bir cinnet haberiyle uyandığımız bu bugünlerde alınacak tavırların Tezer Özlü’den izler taşımasına ihtiyaç var. Aksi takdirde bu yara kangrenleşecek ve çok daha ciddi boyutlara ulaşacaktır. Bu tatsız konu, başka birçok duygunun yanında, Tezer Özlü boşuna mücadele etmiş olmasın diye de harekete geçme isteği yaratıyor bende.
Hayatı boyunca yaşamın dayattığı hiçbir şeyi kabul etmeyen, -buna göğüs kanserine yakalandığında bile doktorunun verdiği ilaçları kullanmaması da dahil- entelektüel, ince, naif, hassas, uçlarda yaşayan, yaşam kadar ölümü de kucaklayan, Türk edebiyatının varoluşçu akımının savunucularından, en çıplak haliyle kendini anlatan, dünyanın kıyısında sallanırken, “özgürlük” diye haykıran, zaman zaman da o salıncaktan kendini atmak isteyen kırk üç yaşında bir yazar geçti bu dünyadan…
Selma Sayar – edebiyathaber.net (26 Eylül 2016)