Şunu önce itiraf etmeliyim ki; çok okunurlar beni her zaman yazara ve yapıtına mesafeli kılmış, az okunur olanlar ise ürkütmüştür.
Yazar olarak “az okur”luğun seçici/nitelikli okuru karşısında kendimi sınavdaki bir öğrenci gibi hissederim. Çok okunursam kendimden şüpheye düştüğümü bile söyleyebilirim! Bazen, günübirlik yazılarımın ilgi görüp, görmemesi de bu konuda bir ölçüdür benim için. Kuşkusuz yazarken “okur ne der” demem, gene de tek bir okur/um varmışçasına yazarım. Elbette ki burada kendi okurluğumu bir yana bırakırım. Evet, ilk okuruyumdur yazdığımın. Her yazdığımı beğenir miyim? Hayır! Ama şunu gördüm ki, benim beğendiğimi “iyi okur” da beğeniyor! Bazen ayrı düştüğümüz noktalar olsa da, okurun uyarıcılığını da göz ardı etmem. Ama asla onun istediği gibi yazmam, zira bunu bukalemunluk gibi görenlerdenim. Düşündüğümü, bildiğimi, ilgi duyduğum bir konuyu, beni huzursuz edeni ya da sevindirip, üzeni yazarım çoğunlukla. Hatta öfke duyduğumu bile diyebilirim buna.
Evet, okur dalkavukluğu yapmam. Benim düşündüğüm gibi düşün demem, üst perdeden konuşmamaya dikkat ederim. “Ben böyle düşünüyorum, siz nasıl düşünürsünüz sevgili okurum” edasını çoğunlukla bulursunuz yazdıklarımda.
Bob Dylan’ın Nobel Edebiyat Ödülü konuşmasını okurken bu düşüncelerim gene depreşmişti. Dylan şunları söylüyordu:
“Fakat söylemem gereken bir şey var: Bir icracı olarak şarkılarımı gerek 50.000 gerekse 50 kişinin önünde söyledim ve şunu söyleyebilirim ki 50 kişinin karşısında söylemek çok daha zordu. Çünkü 50.000 kişi tek bir personanın altında toplanabilir ama aynı şey 50 kişi için geçerli değildir. Her biri kendine hastır, ayrı bir kişiliktir ve kendine özgü bir dünya ihtiva eder. Onlar bir şeyleri daha açık algılayabilirler. Dürüstlüğünüz ve yeteneğinizin derinliği sınanır. Bu anlamda Nobel Komitesi’nin az sayıda insandan oluşmasını takdir ediyorum.”
Eninde sonunda bu daha çok seçicilik tutumunu belirtir. Ama “az” her zaman niteliğin de bir göstergesidir, sürüden ayırma/ayrılmadır benim gözümde de.
Dylan, gene bu konuşma metninde şunları söylüyordu:
“Genç bir delikanlıyken şarkı yazmaya başladığımda ve hatta becerilerim doğrultusunda bir üne kavuşmaya başladığımda bile şarkılara duyduğum tutku belli bir noktaya kadardı. Bu şarkıların bir kafede ya da barda, sonralarıysa belki Carnegie Hall ya da London Palladium gibi yerlerde çalınabileceğini düşünüyordum. Kurup kurabildiğim en büyük hayalse plak yapmak ve günün birinde radyoda çalındıklarını duyabilmekti. Bana göre büyük ödül buydu. Plak yapmak ve şarkılarınızın radyoda çalındığını duymak bu işe devam etmenize yetecek kadar büyük bir dinleyici kitlesine ulaşmak demekti.”
Bakın bu önemlidir her yaratıcı için. Bunları düşünmeden müzik yapabilen, resim çizebilen, yazı yazabilen olmazsınız.
İşin ucu eninde sonunda sizi hayal kurmaya götürür. Eğer başlama noktanızda bu varsa, bu yolun ne denli uzun/zahmetli, ama bir o kadar da anlamlı olduğunu bilirsiniz. Ötesi çok da ilgilendirmez sizi. Yani ödülmüş, başarıymış. Çünkü siz daha çok yaptığınızla ilgilisinizdir. Bu payeler için yapmadığınızın bilincinde olmak sizi her daim yaratıcılığınızda özgürleştirir.
Ve Dylan gibi de düşünürsünüz eminim:
“Şarkılarım pek çok farklı kültürden insanın hayatına dokunmuşa benziyor ve bunun için minnettarım.”
İyi yazmak, benim gözümde, biraz da budur sevgili okurum.
İyi yazı insana dokunur, dokunmalıdır da; yazarın bundan başka bir derdi de olamaz, olmamalı da.
O, bunu nasıl yazabilirim’in kuyularına inmeli, cehennemlerinden geçmelidir her şeyden önce.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (13 Haziran 2017)