On iki yaşındaki bir oğlan ile arkadaşlarının, yer yer fantastik ama çokça bilimkurgusal maceralarını anlatan Johnny Maxwell serisi, “alt tarafı çocuk kitabı işte” deyip geçemeyeceğiniz eserlerden. Ama merak etmeyin: Kelime sihirbazı, ünlü üstat Terry Pratchett tarafından doksanlı yıllarda yazılmasına karşın inatla eskimeyen bu kitapların sahip olduğu özel büyüyü araştırmak için, en ünlü sihir okullarının bol zincirli kütüphanelerinde gece gündüz çalıştık.
Terry Pratchett’ın yazdığı şeyler arasında en sevdiğim şeyi sorsanız, aslında biraz haksızlık etmiş olursunuz. Zira çok uzunca bir süredir bu konuda nesnel olmam mümkün değil. Bazı kitapları, belki bazı öyküleri falan biraz daha az seviyor olabilirim ve zor da olsa bu şeyleri kenara almayı bilirim. Fakat sevmek söz konusuysa, hiçbirini birbirinden ayıramam.
Daha doğrusu, ayıramazdım. Johnny Maxwell serisine kadar.
Neden bu seri peki? Onca Diskdünya romanı varken kenarda, neden Johnny?
Aklıma gelen ilk cevap, en basit ve hatta belki de tek cevap şu: duygusu.
Tek kelimeden oluşsa da içinde koca bir derya barındırıyor bu kaçak görünümlü kelime. Ama buna geleceğim. Şimdilik sadece, serinin ilk kitabı İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin’deki şu harikulade cümleyi koyuyorum buraya:
[Johnny ve arkadaşlarının] Tam olarak bir “çete” oldukları söylenemezdi, çünkü… eh, büyük bir cips paketini alıp sallarsanız, küçük parçaların hepsi bir köşeye toplanır.
Evet, sadece ve sadece bu ifade için bile baştan aşağı sevebilirim tüm seriyi; çünkü ben de pek çoğumuz gibi çocukluğumu Johnny’yle birlikte doksanlı yıllarda yaşadım ve tıpkı Johnny gibi, birçoğumuz gibi, cips paketinin dibinde kalmış o parçalardan biri oldum. Duygudaşlık yaratmak için söylüyorum bunu, zira zoraki kurulmuş o arkadaşlık gruplarını pek çoğunuz gibi ben de yakından tanıyorum. O yüzden şimdi, tıpkı Johnny gibi, anlaşılmayı beklemek yerine harekete geçiyor, anlatıyorum.
On iki yaşındaki Johnny’nin aslında çok hüzünlü, naif, çaresiz bir velet olduğunu gayet iyi biliyorum mesela. Hatta büyük ihtimalle o, bizimkinden de zorlu bir hayat sürüyor: Anne-babası ayrı, annesi ilgisiz, yanında yaşadıkları dedesi annesinden de ilgisiz, okuldaki hocaları ondan şikâyetçi, çünkü dersleri kötü, çünkü okulu sevmiyor, çünkü okuldaki “normal” çocuklar onu sevmiyor, çünkü o farklı. Bir tek işte, kendisi gibi ötekileştirilmiş “parçalar” bulmuş kendine, onlarla takılıyor: serseri ağabeyi yüzünden serseri çetelerin kucağına düşmesine ramak kalmış Bigmac; aşırı kiloları ve atanamamış inekliği yüzünden pek sevilmeyen Bıngıl; çok zeki, “hiç cool” ve maalesef(!) siyahi Yo-yok; her şeyde birinci gelmeye kafayı feci taktığı ve sürekli ders çalıştığı için artık hafifçe tırlatmış, hakiki inek Kirsty… Her bir üyesi birbirinden tamamen farklı ama bir şekilde zoraki birleşmiş tuhaf bir grup yani, Johnny’ninki.
Fakat bu grup, örneğin bir Ninja Kaplumbağalar ya da Dalton Kardeşler gibi, ağırlıkları nispeten homojen dağılmış üyelerden oluşmuyor. Bu grubunun asli olarak tek, doğal bir lideri var ve o da elbette Johnny. Hengâmenin içinde yapayalnız, çünkü onu en iyi anlayan arkadaşları bile aslında onu tam olarak anlamıyor.
Peki Johnny, tüm bu yalnızlığı içinde, hayatla nasıl mücadele ediyor?
Hayal Gücü Büyüsüyle.
“Hayal Gücüyle Zorlukları Aşmak” konulu bir seminer serisi verilse veyahut bu temada bir kişisel gelişim kitabı yazılsa, Johnny Maxwell’den illa ki bahsedilirdi. En azından ben bahsederdim.
Çocukken en sevdiğim –en sevdiğimiz– oyun, “maceracılık” idi muhtemelen. Gerçekten; bazen bir arkadaşımla, kuzenimle veya kendimle baş başa kaldığımda “Hadi maceracılık oynayalım” cümlesini birebir kurardım. Bilirsiniz; maceracılık oyununun kuralları belirsizdir, değişkendir, gündeliktir ve son derece esnektir. Maceracılık, hemen her tür nesneyle (ya da tamamen nesnesizce) oynanabilir; legolarla, oyuncak arabalarla, iskambil kâğıtlarıyla, oyuncak askerlerle… Fakat en önemli, en olmazsa olmaz unsur hayal gücüdür bu oyunda. Maceracılık, sizi tüm bir gün boyunca meşgul edebilir ve hatta doyurucu bir seans da olmuşsa, rüyalarınızı bile süsleyebilir. Oynanışı da kolaydır: Kendinize bir rol biçersiniz, elinizin altındaki şeyleri kullanarak doğaçlama senaryoyu oluşturursunuz, hemen her ânı diyaloglarla süslersiniz –ki bu diyaloglar genellikle “Hayııııır! Dikkat et, dikkaaat! Bina yıkılıyooooor, çekil oradaaan!” gibi nidalar içerir– ve nihayetinde, büyük bir katarsis ve eğlenti duygusuyla oyunu bitirirsiniz (ve istemeye istemeye de olsa matematik ödevine falan dönersiniz). Maceracılık, ayaküstü film yapmak gibidir yani biraz. Senaristi, yönetmeni, yapımcısı ve oyuncusu sadece sizsinizdir ve dolayısıyla hayallerinizdeki Oscar’ları da hep tek başınıza göğüslemişsinizdir. (Bu arada, fark etmeden geçmemeli: Çocukken oynadığımız bu oyun aslında FRP’nin ta kendisi.)
Yani aslında bu yaratıcı maceracılık, Johnny Maxwell’in de alametifarikasıdır:
Bilgisayarının başındayken Johnny, “İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin”i oynarken yani, uzun saatlerini tek başına düşünerek geçirdiği için oyununkinden daha fazla gelişmiş olan hayal gücü devreye girer mesela. Kendi senaryosunu, kendi rejisörlüğünü konuşturmaya başlar o anda. Uzaylıların onunla konuştuğunu hayal eder (belki), ve sonra da, orada yaşadığı kırılmanın ardından, hayalinin –ve kitabın– zoraki kahramanı hâline geliverir.
Ya da okuldan eve dönerken, eski mezarlığın yanından geçerken bir gün, birkaç hayaletin kendisiyle iletişim kurduğunu görür. Hayaletler ondan yardım ister ve Johnny de iyi yetişmiş, düzgün bir çocuk olduğundan, onlara elbette sırt çevirmez.
Zamanda yolculuğu ise belki istemeden deneyimler en başta, fakat başladıktan sonra durmaz: Doğru zamanda doğru yerde olmanın önemini bilmektedir çünkü, çünkü daha önce kendi hayalinde de en zorlu kahramanlıklardan hep doğru dersler öğrenmiş olduğunu bilmektedir.
Kısacası Johnny, kendi hayalinin, kendi FRP’sinin, kendi özgün filminin kahramanı olarak ortalarda cirit atar hiç durmadan. Sever de bunu, zevk duyar; zira fark etmiştir ki hayat orada, kendi beyninin içinde birazcık olsun daha kolay. Böylece Johnny, koskoca kaçış edebiyatı külliyatını bile öncelikle kendi kendine deneyimlemiş, öğrenmiş olur.
Maceracılık, doksanlar çocuklarının telmaşa kaynaklarının sunduğu yegâne kaçış imkânıydı.
*
Johnny Maxwell serisinin ilk kitabı 1992 yılında yayımlandı. Körfez Savaşı yeni bitmişti, insanlık ilk kez televizyondan canlı yayınlanan bir savaş izlemişti, bilgisayar oyunları biraz gelişmişti ama her şeye rağmen insanlar bu kadar bireyselleşmemişti. O zamanlar, hepimizin hatırladığı gibi sokak oyunları vardı, ev oyunları vardı, kaliteli çocuk programları vardı, geleceğe dair çocuksu ve coşkulu hayaller vardı [ve birtakım başka doksanlar güzellemesi daha: “Hayır hayır, eminim 90’lardayız,” dedi Kirsty. “Tarihte, mor-yeşil eşofman giydiğiniz için kazığa bağlanıp yakılmayacağınız tek dönem bu, değil mi?”]. Baskılanmayan, daha da önemlisi yönlendirilmeyen bir hayal gücü vardı. Dolayısıyla Johnny de o dönemin bir tezahürü olarak karşımıza çıktı ve hepimize, çocukluğumuzdan kopup gelen nostaljik bir dost gibi yaklaştı; hatta çoğu zaman, sırları dökülmüş bir ayna tuttu yüzümüze.
Ve bu kitap, senelere meydan okumayı başararak (ve tabii, dövüşmekten ve öldürmekten bıkmayan insanlığın da sayesinde biraz) bitimsiz bir savaş karşıtlığı anlatısı kurmayı başardı:
Johnny ansiklopediyi yerine koydu ve televizyonu açtı. Çok, çok tuhaftı… Düşmanın elindeki savaş esirlerinin, bombalanması muhtemel binalara yerleştirildiği söyleniyordu. Adamın biri, bu yüzden kendi askerlerini vurabilecekleri ihtimalinden bahsediyordu. “Barbarca bir şey bu,” diyordu. “Barbarca” diyordu. Stüdyodaki herkes de onaylıyordu.
Salt savaş karşıtlığı değildi tabii ki bu kitabı ortaya çıkaran şey; fakat özünde yatan şey buydu. İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin, yalnız bir çocuğun renkli hayallerine sığınarak, hüzünlü bir mizah yoluyla –ki bazıları buna “trajikomik” de der– anafikrini herkese, en önemlisi de küçük bireylere anlattı.
İkinci kitap Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin ise hemen bir sene sonra, 1993’te çıktı. Bireysel dertleri elbette vardı yine Johnny’nin; fakat toplumsal dertleri de artık ağır basmaya başlamıştı. Çünkü büyük ihtimalle Terry Pratchett da fark etmişti yarattığı karakterin gücünü. O yüzden, hemen her konuda olduğu gibi sosyal sorunlarda da bizden birkaç onyıl önde olan Avrupa’nın o sıralarda yaşadığı sorunu bu vasıtayla gündeme getirmekte bir beis görmedi: Kentsel dönüşüm canavarının, tüketim kültürünün açgözlülüğü. Kitaplarında bolca yer verdiği alışveriş toplumu eleştirisini –örneğin Tırpanlı Adam başlı başına bunun üstünedir– bir de çocukların gözünden, çocuklara anlatmak istedi Pratchett ve bunun için elbette, Johnny’den daha iyi bir elçi bulamazdı kendine. Şehrin mezarlığını, yani şehrin hafızasını, kentin belleğini yıkıp yerine bir kompleks yapmak isteyen holdinge karşı Johnny, yanına mezarlığın hakiki sakinlerini de alarak amansız bir savaş verdi. Çünkü ne de olsa, “mezarlıklar, yaşayanlar için var olan yerlerdi.”
“Buradaki kâğıtlarınızda, mezarlığın zarar ettiği yazıyor,” [dedi Johnny.] “Ama bir mezarlık, zarar edemez. O bir şirket falan değil. O yalnızca… vardır. Arkadaşım Bigmac diyor ki, sizin zarar dediğiniz şey, üzerine bina yapılacak arazinin değeriymiş yalnızca. Birleşmiş Kaynaşmış Pekişmiş Holding’den alacağınız ücretler ve vergiler falan. Yani, var olmayan bir para. Ama ölüler vergi ödeyemez ve bu yüzden de onların sizin için hiçbir değeri yok, değil mi?”
Üç yıl sonra, 1996’da, Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin ile bizi bir kez daha savaşa soktu Johnny; fakat bu seferki, insanlığın şimdiye kadarki en büyük felaketiydi. Bir alışveriş arabasıyla zamanlar arasında gezinebilen kadınla, yani kentin “delisi” Bayan Tachyon’la karşılaşınca çocuklar, istemeden de olsa İkinci Dünya Savaşı’na gittiler ve bilerek ve isteyerek, geçmişteki o büyük bombardımana el attılar. (Tabii bu arada paralel evrenlerle uğraşmaktan falan da geri kalmadılar, fazla şey etmeyin.)
Yaptığınız her şey, her şeyi değiştirir. Ve ne zaman ki zamanda yer değiştirirsiniz, bıraktığınız zamandan biraz daha farklı bir zamana dönersiniz. Yaptıklarınız, belirlenmiş olan tek geleceği değiştirmez, geleceklerden yalnızca birini değiştirir.
Ama işte, doğru şeyi yapmanın önemi dedik ya… Geleceği tümden değiştirme ve hatta kendisini imha ihtimaline rağmen Johnny, doğru olduğunu bildiği şeyi yapmaktan geri durmadı, duramazdı. Çünkü Johnny’nin ahlaki üstünlüğü tam da buradaydı: Gerçekten de çoğunluğun iyiliği ekseninde düşündü her zaman, öyle davrandı.
Yani Johnny, her türlü ahval ve şerait içinde dahi etik duruşundan, hümanist yanından ve idealizminden taviz vermedi, her zaman doğru bildiğini yaptı, sesi çıkmayanlar için sesini yükseltti, yeri geldiğinde hırsla ve kararlılıkla tepindi. O yaşlarda bir çocuk için hiç de kolay bir şey değildi tüm bunlar üstelik; fakat o, yenilse de pes etmedi. Evet, gerçek biriymiş gibi bahsediyor olabilirim Johnny’den, farkındayım, ama… o zaten gerçek biri. O kadar hakiki, o kadar iyi yazılmış, o kadar yaşayan bir karakter ki, salt sözcüklerle işleyen küçük bir maddeleşme büyüsü öğrenseniz, onu kanlı canlı şekilde, tam karşınızda cisimleştirebilirsiniz.
*
Aslında Johnny Maxwell serisini bu kadar “ciddileştirmek” değil amacım; öyle yapmışım gibi göründüyse de özür diliyorum. Yani tamam, kitapların “anlattığı” şeyler elbette bu kadar ciddi, bu kadar doğru ve dolu; fakat yalnızca bunlara odaklanırsak ve “söyledikleri” şeyleri es geçersek, gerçek değerlerine de ihanet etmiş oluruz.
Her şeyden önce, tüm dünyada kabul gördüğü üzere, bir güldürü ustası tarafından yazıldı bu kitaplar; hatta Terry Pratchett’ın, fantezi yazarından ziyade bir mizah yazarı olduğunu iddia edenler bile var (mesela ben). İngiliz mizahı denen şeyin tam kalbinden gelen; çocukluğu boyunca kütüphanelerde gezen ve klasikleşmiş hiciv dergilerini hatmeden; Terry Giliam’la, Terry Jones’la (bu Terry isminde bir şey var sanırım), Peter Sellers’la büyüyen biriydi Pratchett ve dolayısıyla, mizahın kodlarını en doğru şekilde uygulamayı öğrendi. Hem de daha en başından. İlk kitaplarında, ilk öykülerinde bile kahkahayla güldürebilen biriydi. Tıpkı Johnny gibi Terry de doğru yerde, doğru zamanda durmayı bildi ve mesela o yüzden, “punchline”ları en gerekli, en uygun yerlere yerleştirebildi. Öte yandan Terry, gruplara ve güruhlara ses vererek de kariyeri boyunca müthiş bir iş çıkardı. Mesela Diskdünya kitaplarına ya da yazdığı diğer her şeye bakarsanız, üç beş kişiden oluşan topluluklardan harikulade malzemeler yarattığını ve bunu sürekli olarak yaptığını görebilirsiniz: Görünmez Üniversite’nin akademik kadrosu, Taze Başlangıçlar Kulübü üyeleri, tabii ki ve tabii ki Koçbaşı Dağlar cadıları, Ankh-Morpork’un dilenciler ekibi, Cohen’in Gümüş Ordusu… ve elbette, Johnny ve saz grubu.
Johnny ve arkadaşları, her ne kadar beş kişiden oluşsalar da, mesela Rule of Three’nin kodlarını taşırlar; ve her biri de başlı başına birer karakter olduğu için, bunu başarıyla yansıtırlar. Yani örneğin Bigmac’in bir diyalogda ne söyleyeceğini de, Yo-yok’un ona nasıl yanıt vereceğini de tahmin edebilirsiniz ve böyle bir durumda iki açıdan da kazançlı çıkarsınız: Ya gerçekten de tahmin ettiklerinizi söyleyip size zihinsel, mini bir katarsis yaşatırlar ya da tamamen farklı cümleler sarf edip sizi ters köşeye yatırırlar.
Aslında, işin bu güldürüsel matematiğini tam anlamıyla açıklamak için Terry Pratchett mizahı hakkında en azından bir makale yazmak gerekir, zira derine indikçe küçük ayrıntılar büyüyor ve anlatması zor hâle geliyor (denedim, oradan biliyorum). Fakat, bu yazı için kitapları şöyle yeniden bir tararken tekrar gözüme çarpan şeyi de tam olarak buraya eklemek uygun olacak: Gerçekten ama gerçekten, bazen üç ya da dört sayfa dahi sürebilen bitmek bilmez goygoylarına hayranım bu çocukların. Bilemiyorum, belki 90’lı yılların etkisi yine, ne de olsa Johnny de tam anlamıyla “ansiklopedi okuyarak büyümüş bir çocuk”; ama bu goygoyların salt komiklik değil bilgi ve ilgi de içeriyor oluşuna hakikaten bayılıyorum:
“Hayaletler ha?” dedi Yo-yok, Johnny tamamen döküldükten sonra.
“Yoook,” dedi Johnny kararsızca. “Hayalet lafını hiç sevmiyorlar. Bir sebepten, onları kızdırıyor. Onlar yalnızca… ölü. Sanırım bu onlar için, insanlara özürlü ya da gerizekâlı denmesi gibi bir şey.”
“Siyaseten yanlış,” dedi Yo-yok. “Evet. Bir yerde okumuştum.”
“Yani… onlara mesela… şey mi dememizi istiyorlar…” Bıngıl durup düşündü. “Mesela… yaşlı-ötesi-vatandaşlar?”
“Nefessel açıdan engelli?” dedi Yo-yok.
“Dikey-açıdan-dezavantajlı,” dedi Bıngıl.
“Nasıl yani? Kısa boylu mu demek istiyorsun?” dedi Yo-yok.
“Yok, gömülmüş anlamında,” dedi Bıngıl.
Bakın bu diyaloglar 1993 yılında yazıldı; kimsenin daha “duyar falan kasmadığı” dönemlerde yani.
*
Etik değerler, hümanizm, savaş karşıtlığı, kent hafızası, bireyselleşme, yalnızlaşma, mizah… Daha başka neler olabilir ki, diye sorabilir insan, alt tarafı üç kitapta. Ama söz konusu edip Terry Pratchett’sa, çok kesin bir yanıtı atlamaya kimsenin gönlü elvermez, hiç merak etmeyin:
Atıflar.
Klasikleşmiş, artık herkeslere mâl olmuş romanlara, filmlere, dizilere, kişilere falan selam çakmak, gönderme yapmak, atıfta bulunmak, onları hicvetmek veya parodileşitirmek ya da işte, ismine ne derseniz deyin, bu işle haşır neşir olmak; her şeyden önce çok zevkli bir şey. Yeri geldiğinde hepimizin bir ölçüye kadar (bilgimizin ölçüsüne kadar) yaptığı, yapmaktan keyif aldığı mizahi bir yol. (“Inside joke” kavramı bile buradan doğmuş sayılır; izlediğimiz filmlerdeki replikleri birbirimize tekrar tekrar tekrarlayıp gülmüşlüğümüz az mı?) Terry Pratchett gibi bazı yazarların ise bu işi ustalık seviyesine taşıdığı gayet açık. Yalnızca Diskdünya kitaplarındaki göndermelerden oluşan bir kitap yapsak, ortaya hayli irice bir kitap bile çıkabilir. (Bir dakika, bir dakika… fena fikir değil yalnız.)
Johnny Maxwell serisinin bu konudaki kendine haslığı ise vurguya değer. Pratchett, bu üç kitap için seçtiği konularda öyle zekice ve “derli toplu” davranmış ki, nereye hangi cümleyi “göndereceği” âdeta kendiliğinden ortaya çıkmış. Mesela, ilk kitap İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin elbette başlı başına bir uzay bilimkurgusu olduğundan, Star Wars serisi, Alien filmleri, Close Encounters of the Third Kind, (oradan bir “plaseyle” Indiana Jones) ve Star Trek gibi yapımlara ve hatta “Space Invaders” adlı antik bilgisayar oyununa, çakı gibi selamlar çakıyor, tekmil veriyor. İkinci kitap Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin’de ise, hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde, ünlü korku ve hayalet filmlerine rastlıyoruz: The Exorcist, Poltergeist, A Nightmare on Elm Street, The Silence of the Lambs, Night of the Living Dead; hatta Michael Jackson’un Thriller klibi! Peki, Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin için neler denebilir? Tahmin etmesi pek zor değil: Jurassic Park (kehribarı unutmayın!), Timecop, The Terminator, Twelve Monkeys, Back to the Future, The Time Machine; bu filmlerin yanı sıra “Dede Paradoksu”, “Cassandra Sendromu” gibi olgular… Ki bu saydıklarım tamamı değil, yalnızca bir kısmı. Ve bunlar metnin okumayı sekteye uğratan değil, zevki artıran kısmı.
Göndermeleri, özellikle de çocuk kitaplarında değerli buluyorum. Zira bunlar en çok, tam da en baştaki unsura hizmet ediyorlar: Tamamen, hayal gücünü körüklemeye yarıyorlar. Bizi biz yapan şeylerin arasında okuyup izlediklerimiz, dinleyip araştırdıklarımız da var ve o yüzden, tek bir gönderme bile tek bir çocuğun zihninde yeni bir kapı açıyor, yeni fikirler aşılayıp onun düşünmesini sağlıyorsa, benim için yeterliden de ötedir.
Ayrıca, genel kültür de oluyor tabii. Ortamlarda falan… İşe yarar yani.
*
Bu küçük ama içi dopdolu seriye kapanış yazmak bile zor. Buraya sığdıramadığım (ya da belki eklemeyi unuttuğum) daha birçok ayağı var kitapların. Fakat yine de son bir şey eklemem gerekiyorsa ille de, şunu söyleyebilirim:
Johnny Maxwell’i okuyup sevecek çocuklar, gelecekte, Johnny Maxwell’i okuyup tekrar –bir kez daha ve bu sefer çok daha farklı şekilde– sevecek ebeveynlere dönüşecek.
Ümit Mutlu – edebiyathaber.net (3 Nisan 2020)