Çöl yürüyor içimizde
Sanki güzdü, kıraçlaşmıştı düzlükler. Solgun yapraklarla örtülmüştü ağaç dipleri. Özlenen ne varsa alıp götürmüştü bahar. Açmayan çiçeğin ömrünü bekleyen gözler de solgundu. Ötesi dağ, daha ötesi çöldü hayatın. Aşılan geçilen ne varsa şimdi güz. Renkleri solan bir hayatın kavşağında gibiyiz!
Ömrüm, geçitlerde dururdu; bakışlarda eyleşir, sözde tümlenirdi. Aylanan zaman bakan dillerin şarkısıydı beni kendine çeken. Belki de geçitsiz güzü ondan sevmiştim. Renklerin değişimi, burculanan hayatın sahiciliği ordaydı biraz da.
Gezindiren sözleydim, beni umurlandıran bir bakışla dün, şair de yanıbaşımdaydı:
“Sen arada var gibisin,
Kendinsiz,
Bu kadar.” demelerine bakarak okudum kitabını. (Bir Kapı Önünde, Özdemir Asaf)
O da geçitsizdi kendi kırgın zamanlarında. Çöl öyledir, yürüdü mü size ben’sizleştirir varlığınızı.
“Ben kendimi
Sensizliğe alıştırıyorum.
Sen de kendini
Bensizliğe alıştır deye.” Belki de onun yaralı bakışından sızıp gelenlerle gitmek en iyisi. Çöl zamandır çünkü, insana kendi tufanını öğretir.
Dil hep yabanda duruyor; ürkek, yalnız, kopulamayan. Kaçış bir gölgedir adlandırmaktan ürktüğümüz. Oysa ne gerek var duygulara değil mi? İnandırmaya kendimizi yalanlarımıza. Alışkanlık hep iyidir. Gözü saklar, dili bükümler, teni kanıksatır, güze dönüştürür, çöle sürükler bizi. Gitmek biraz da görmek demektir, gözeneklerini açmaktır ruhun. Oysa, çöl varsa, renkleri de seçemez insan. Benzersizlik niye ki, adı konmamış her şey mutsuzluğudur madem insanın; öyleyse bırak çöl yürüsün içimizde.
Geceydi düş, düştü de gece
Sanrı ötesi bir şey, belki de kavuşamama iksiri dolanmıştı gözlerime; baktıkça gördüğüm sendin/sizdiniz. Çıkışsız kapılardan, yönsüz yollardan geçince karşıma çıkan gözlerindi/gözlerinizdi. Oysa, uzanıp dudaklarınızdan öpmek istemiştim. Kuyu, bak orda, önce oraya bak; demiştiniz. Kaybolmuştun/uz sonra. Kızmadan, yüksünmeden bıraktığın/ız izlerin ardına düşmüştüm.
Bir dağdı gittiğin, sınamak istiyordun hep; nefesi yetecek mi bana! Anlamıştım, zirvelerde yaşama arzunu; kucaklayıp öpünce dudaklarını anlatmıştın bunusen. Kavrayınca belini, avuçlayınca aramızda akan suyu; vazgeçilmezlik burcuna taşımıştın beni.
Dağın eteği karlıktı, izlerin yoktu artık. Çakal ulumalarına aldırmadan, yürüdüm, dönmedim yolumdan. Sapakları sevmediğini biliyordum. Bu yolun sonu aydınlık olsun, demiştin sanki bir yerde! Çıkmazları, karanlıkları sevmiyordun. Aydınlıkta yürümek senden yanaydı hep. Sevmiştim bu yanını da.
Tozutan kar gece düşlerimin karabasanı olmaktan çıkmış, buz aydınlığında kristalize olmuş bir yolu çıkarmıştı önüme. Ve sen, ışıltılar içinde, sere serpe ordaydın.
Gel ve dokun, öpmek yok; yalnızca dokun; dokunduğun için benimsin, dokunduğum için senin olacağım er geç, diyerek o kristalize yolu adımlamamı istemiştin. Yürüdükçe yol uzuyordu, sana/size kavuşmak imkânsızlaşıyordu.
Taşıyıcı olan
Anlattığın söze tutuldum, baktığın bakışına. Gördüklerine sevindim, bir de dokunduklarının keşfine çıktım. Ellerini sevdim, bir de gözlerini. Dudakların tadını verdi bana, dokunuşların ten esrimelerini. Kucaklayınca varlığını yedi dünya yedi iklimin var olabileceğine inandım. Bir de olmazı olduran sözlere… Bekleyişler ırmağında yıkadım gözlerimi, onları sana vermek için iki kara parçasını birleştirdim, iki ayrılık od’unu yaktım aramızda.
Geçtim bütün zamanlarından senin, gülüşündeki sevince, bakışındaki kedere ortak oldum. Geceydi gözlerin o gün, dilinde soğuran sözcüklerini öptüm dudaklarını öpercesine. Anladım ki o gece aramızdaki “biz” kendini daha derince hissettirdi. Yaşamak değil midir bu, anlamak ve sevmek…
İşte bundandır hep sevenin sevilene söylediği: seni seviyorum. Bunun hiçbir tanımı yok.
Benzersizlik budur, birini ötekinden ayıran nehir gibidir böylesine sevmek. Seni taşıyorum her gün, her ân… Varlığın varlığımla tümlenmiş, can ırmağı olup akıyorsun senden bana. Avuçlarımdaki su, yüzümdeki serinlik, içimdeki sevinç senden alıyor rengini.
Gülden ağırım şimdi
Baktığın yerde değilim, dokunduğun tende. Yer değiştiriyor gölge artık aramızda. Avuntulu sözler edemem sana bundan böyle. Susarak anlatmaya çalıştığın, ayırıp ötelere yerleştirdiğin aramızda bir dil olamaz. Her sabah uyanışında bir sonraki gecenin özlemi tedirgin etmiyorsa seni; sözcüklerimi kıskanırım senden.
Gülden ağırım şimdi, taşıyamaz gözlerim seni. Unutmak için gitsen de, kendini nereye götüreceksin bilemem! Gözlerimi nerede saklayacaksın, dokunuşların esrimelerini unutmak için araya denizlerin girmesi gerekmiyor!
Gitmeyi seç, adını unutmayı. Korkularınla yas evi yarat kendine. Nedensizleştir aşkını, inandır kendini yalanlarına. Nasılsa gülden ağırım şimdi. Dalı ve yurdu yok de, bahçesi tarumar.
Yaşamak adına unut kendini, say ki kaçış da bir düştür. Her “iyi” kendi kavminden alır rengini. Beklentisiz bahar olmaz, bilir bunu herkes; toprağın suya, ateşin havaya verdiği nefesi ruhunda hisset o kadar. Git ve unut beni. Nasılsa, yenilgilere bakarak örüyor yuvasını kırlangıçlar da. Bundandır, en uçta, kıyısız bir köşededir barınakları. Dipte kal, köşende uyu, camsız kapılarda seviş, tülsüz perdelerden geçir yüreğinin ipiltilerini. Nasılsa unutmayı seçer insan her zaman; bir de kanıksar acıyı. Hadi, git ve unut beni. Gülden ağır söz de edemem sana artık.
Unuttuğun
Unuttuğun sen miydin, yoksa gözlerin mi? Alıp gittiğin, sonra vazgeçtiğin. Oysa, hatırlayıp dönmüştün; yürümüştün kendine doğru ve görmüştün orda bizi.
Bilmediğin sözdüm, gitmediğin ülke, görmediğin kent, yaşamadığın iklim. Ama sen, dokunduğum dildin; kavuşmak istediğim yurt, kurmak istediğim bahçeydin.
Yürüdün, açtın bütün kapılarını korkularının. Yeğindin, atak ve arzulu. Giderek görmeyi seçmiştin. Yeni bir iklim yarattın. Zaman düşleri avuçlarındaydı, gözlerinde, dokunuşlarında…
Şunları yazdırmamış mıydı o duygular sana:
Zamansız bir gecedeyiz.
Kederin diliyle konuşuyoruz artık.
Kâğıtlara yazılmayan mektup ömrümüz. Kesik hava usulünde yarım sözle yetinir olduk. Asyatik bir dilin duvarlarıyla ördük yalnızlığımızı. Uzaklaştık ortak noktalardan.
Amin Maalouf’un kitabını okurken, şunu dillendirmişti bir öğrencim: “Ölümcül Kimlikler kitabı
bana yetmedi. ‘Bir yere ait olmak’ ne demek? diye sormak istiyorum…”
Durduğun yeri
bilmek/tanımak, bağlandığın insanı sevmektir, demiştim ilkten.
Oysa, yaşadıklarımız bunları öğretmiyordu çoğunlukla. Yabancıydık her şeye, bir o kadar da uzak…
Şairin dizelerinde kalan hayatın başka bir yüzünün yansımasıydı:
“Ekledim ben tattığım her şeyi denizlere
Bildiğim ne varsa onlar da hep denizlerden
Sen de bir deniz gibi yerleştir onu istersen
Sevdayı
Ve köpüklendir
Ve yaşlandır ki işte kederi anlamasın
Ama dur, her deniz yaşlıdır zaten
Öğrenmez ama öğretir mutluluğu
Bizim sevdamız da öyledir, iyi şiirler gibi
Biraz da herkes içindir. Ve gelinciğin ikinci tadına benzemeli
Var eden kendini ikincisinden
Yani bir sevdayı sevgiye dönüştüren.” (Edip Cansever)
Oysa şimdi, zamanın karanlık yüzünde, can kırımı yaşanıyor dillerde, sözlerde, bedenlerde.
Hadi, tut beni şimdi, bunları görmeyeyim diye; yalanlarına inandır beni.
Bir kadın bıçağın en keskin
yanına verdi acısını. Dedi ki: “Dayanacak gücüm kalmadı, bıçakladım.”
Kasap Gıyasettin, Sir Deresi’ne götürdü kadınını, “önce başını buz gibi suya defalarca sokup çıkardı, ardından iki kulağını ve burnunu kesti”. Dinmeyen öfkenin adı yok!
Cinnetin kıyısındayız, sen sabrını ver bana.
***
Unuttuğun her şey hayatına girmişti bir ânda. Yaşam yeni filizleriyle donatmıştı seni.
Şimdi sünüp kaldın, geçitsiz kıldın kendini ve gözlerini. Adını kıyısız yerde bıraktın, bakışlarını yurtsuz. Ömrünün çağla zamanını silip attın, yürüdükçe şenlenen yolları izsizleştirip ıssızlaştırdın.
Sahi, orada unuttuğun neydi? Dokundukça yaşadığın yaşattığın…
Gittin, kapadın kapılarını. Dönüşsüz kıldın kendini. Sarıldın gece düşlerine gene. Dokunmaların sığınışına verdin bedenini.
Unuttuğun neydi sahi, sen miydin yoksa biz mi?
Senleşmeden biz olmak zordur. Ne çok konuşmuştunuz buna dair. Aranızdaki bütün sözler bunu anlatmıyor muydu? Akıp duran zaman, örselenen bakışlar… Ve sen, unuttuğun her şeyi yeniden unutmanın iklimine bırakıyordun, nadasa bırakırcasına…
“Sevmiştim” diyeceğin zamanı da örttün gecenin arzularıyla. Belki ağrıların bundan, susmaların, kaçışların…
Unuttuğun kendi zamanındı, kendi aynanda tuz buz etmiştin ya her şeyi; yeniden onarmak niye dercesine bırakmıştın kendini alışkanlıkların koynuna. Gece iyiydi, sarıp sarmalıyor, hazdan haza, duygulardan düşüncelere geçiriyordu seni. Unutmak için sağaltıcı bir yoldu belki de!
Şimdi, unuttuğun yerdeyim.
Biliyorum ki, orda çoktan kurdum senin ada’nı. Gitsen de, kıyısız bıraksan da beni, hatırlamasan da, görmesen de orada yaşayacaksın hep benimle.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (9 Şubat 2021)