Bir yazarla tanışmak
Televizyonda Colette isimli biyografik sinema filmini izleyene kadar, Colette’i ve romanlarını duymuşluğum yoktu. Film beni çok etkiledi. Colette, Willy takma isimli Henri Gautheir-Villarr adındaki yazarla evlendikten sonra taşradan Paris’e taşınır. Kitaplarını başka yazarlara yazdıran Willy’nin, yazarlarına para ödeyemeyecek duruma gelmesiyle beraber, genç karısı yazı yazmaya başlar ve işte o zaman asıl yetenek ortaya çıkar. Willy, yayınevinden telif ücreti alıp borçlarını ödeyebilmek için romanlarını karısına yazdırmaya başlar. Bazı zamanlar onu roman yazması için odalara kilitler.
Genç kadın, yaşadığı birçok talihsiz olaydan ve kocasının uyguladığı duygusal şiddetten sonra, kendi yazdığı eserin altındaki Willy ismini çizip Colette yazacaktır. Bence filmin kırılma noktası olan bu sahne, Colette’in hayatının da kırılma noktası olacaktır. Aldatmayı, erkekliğin doğası gören bir adam tarafından defalarca aldatılan kadın, zincirlerini kırıp atacak, uzun yıllar müzikhollerde o dönem için çok cesur gösteriler sergileyecek, şehirden şehire taşınarak özgür bir yaşam kurmaya çalışacaktır.
Colette, yazarın soyadıdır ve bu isimle edebiyatın hafızasına yazılmayacak, adeta kazınacaktır.
Yaptığım aramalarda, eserlerinin Türkçe’de en son 2007 yılında basılmış ve baskıların da ne yazık ki tükenmiş olduğunu gördüm. Colette kitaplarını, aramalar sonucunda sahaflardan temin edebildim.
Aykırı bir yaşam ve ‘öteki’ Colette
Colette’in aykırılığı, ilk kocası Willy’den boşandıktan sonra öne çıkacaktır. 6 yıl boyunca Paris Müzikhollerinde şarkıcılık yapan yazar, bu dönem Maulin Rouge’de sergilenen “Mısır Düşü” adlı oyunda göğüslerini açınca bir skandala da imzasını atmış olur ve adı “Skandallar Kraliçesi” olarak kalır.
İtalyan yazar Gabriele D’Annunzzio ve Amerikalı Natalie Clifford ile yaşadığı lezbiyen ilişkileri saklamayan Colette, toplumun ön yargılarını bir kez daha yerle bir etmeyi başarmıştır.
Colette, son olarak anılarını yazdığı Mavi Fener’de kendisini “erotik bir militan” olarak tanımlar. Ama hiçbir zaman politik bir devrimci ve feminist olarak kabul edilmez. Onun aykırılığı, ötekileştirilmesine önayak olur. Paris’te, 1954 yılında öldüğünde, yaşadığı skandallarla dolu hayat nedeniyle kilise, dini tören yapmayı rededer. Büyük bir devlet töreninin ardından gömülür.
Colette’in, 2. Dünya savaşı sırasında Fransa’da kurulan Vichy Rejimi’ne yakın olduğu söylenir. Bu rejim, bir dönem tarafsız kalmış ancak daha sonra Almanların yanında savaşa katılmışlardır. Collet bunu her ne kadar yahudi olan arkadaşlarını ve kocasını korumak için yapmış olsa da, adının böylesi bir rejimle anılması bile, aykırı hayatına atılmış bir çizik gibi durur.
“Claudine’in Evi” ya da Colette edebiyatının karakutusu
1998 yılında, Vedia Tatarağası çevirisi ile Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları tarafından basılan kitap, bana gore Colette’in karakutusu gibidir. Kısa öyküler biçiminde yazılmış olan eser, yazarın çocukluk anılarından oluşmaktadır. İlk kocası yazar Willy’le evli olduğu dönemde, onun adıyla kaleme aldığı Claudine serisi, o dönem büyük ilgi görmüş, Colette filminde de buna çokça yer verilmişti.
Kitabın ilk sayfalarında yer alan “Çocuklar Nerede?” öyküsü çok etkileyicidir. Yıllarca köydeki kalabalık ailesini, oynamak için ortadan kaybolan çocularını “çocuklar nerede?” diye çağırıp bir araya getirmeye çalışan bir annenin feryadı, seneler sonra yine aynı soruyla duyulur. Ancak bu sefer yanıt değişiktir. Çocuklar çalıların altından, otların arasından, ağaçların dallarından sıyrılıp çıkıp gelemeyeceklerdir. Çünkü ikisi ebedi uykularında dineniyor, öbürleri ise günden güne yaşlanıyorlardır.
Bu eser, Colette edebiyatının karakutusudur diyorum çünkü daha sonraki eserlerinde çokça yer tutacak olan hayvanların, ağaçların, çiçeklerin, kısacası doğanın o eşsiz resimleriyle doludur. Gerçek adıyla Sidonie Gabrielle Claudine Colette, eser adına bile kendi adını vererek, okuyucuya kendi hikayesini yazmış olduğunu açık ediyor. Colette, doğayı ve hayvanları çok başarılı bir biçimde tasvir eder. Okurken, onun bir çiçeğin özsuyuna, bir kedinin ya da köpeğin kalbine nüfuz ettiğini düşünürüz. Adeta doğanın nabzını tutup bizim duyamadığımız sesleri duyurur, bizim göremediğimiz renkleri gösterir sözcüklerinde.
Bu kitapta köy hayatı, köyde yaşayan insanlar çok renkli ve gerçekçi biçimde anlatılır. Colette adeta çok özlediği köyünü, ailesini, arkadaşlarını, hayvan dostlarını, çiçekleri, ağaçları yeniden canlandırarak özlem gidermeye çalışmıştır. Satırların arasından filbahriler kar gibi beyaz çiçeklerini gösterirler, şakayıklar iri çiçekleriyle mağrurca yükselirler, çuha çiçekleri toplanıp ipe dizilmek için çayırlarda sıralanmışlardır, papatyaların ve güllerin kokusu o kadar keskindir ki okuyucuya kadar ulaşır.
Kitaptaki öykülerde Colette annesine çokça yer vermiştir. Renkli bir kişiliğe sahip bir köy kadını olan annesinin kokusunu şöyle tarif eder:
“Annem, yıkanmış basma, kavak odunu korunda kızdırılmış ütü, elinde yuvarladığı ya da cebinde ufaladığı oğulotu yaprağı kokardı.”
Çocukluğunda kitaplarla ilişkisini anlattığı paragraf, adeta onun gelecekteki yaşamından, okuma yazma tutkusundan haber verir gibidir.
“Kitaplar, kitaplar, kitaplar… Çok okuduğumdan değil, hep aynı kitapları tekrar tekrar okurum. Fakat hepsi de bana lazımdı. Mevcudiyetleri, kokuları, isimlerinin harfleri, derilerinin pütürü… En kapalıları benim için en kıymetlileri değil miydi? Kırmızılar giymiş bir ansiklopedinin yazarını çoktan unuttum, fakat sırasını belirtmek için her cildin arkasına basılmış harfler, tesiri silinmez, sihirli bir kelime teşkil ediyor.” (Claudine’in Evi syf.43)
Colette, ozan ruhuna sahip bir yazardır. Edebiyatında, modern olanla geleneksel olan birbirini yadsımadan, uyum içinde bir arada yer alır.
“Dişi Kedi” mi “Caniko” mu?
Colette, Claudine serisinin yanı sıra, daha çok Caniko ve Caniko’nunun Sonu romanlarıyla öne çıkmıştır. Bana göre Dişi Kedi, hakettiği ilgiyi görmemiştir ve Colette’in en özgün eseridir. Okurken her satırı beni etkileyen romanın baş kahramanlarından birisi, dişi bir kedi olan Saha’dır. Çocukluğunda birçok kedi ve köpekle aynı evde iç içe yaşamış olan Colette, hayvanlara büyük bir değer ve önem verir. Kedilerle yaşamadan, uzun yıllar onları en ince detaylarına, ruh dünyalarına kadar gözlemlemeden böyle bir eser yazmak mümkün olamazdı kanımca.
Roman, yeni evli genç bir çift olan Alain ve Camille’i ve Alain’in çok sevdiği, sevmenin de ötesinde tutkuyla bağlı olduğu kedisi Saha’yı konu alır. Alain kedisine o kadar düşkündür ki, karısı Camille, kedi Saha’yı kocasından kıskanmaya başlar. Alain bu kıskançlığın farkındadır ve karısına bir gün,
“Beni ondan kıskanmak, bir çocukluk arkadaşıma olan dostluğumu kıskanmak gibi bir şey olur.” der.
Bu kıskançlığın karı kocanın hayatlarına attığı iyileşmesi mümkün olmayan tırmıklar, kaçınılmaz sonu da yavaş yavaş hazırlayacaktır.
Dişi Kedi ve Caniko karşılaştırması yaparken, Caniko’nun baş kahramanı Fred, namı diğer Caniko ile, Dişi Kedi’nin baş kahramanı Alain arasında birçok benzerlik olduğunu gördüm. İkisi de bohem bir hayat yaşarlar. Çalışıp para kazandıklarını görmeyiz ama geçim sıkıntısı yaşamazlar. İkisi de romanın başlangıcında evlilik hazırlığı içindedir ve evliliğe dair kafaları karışıktır. Caniko, yaşlı, zengin bir kibar fahişe olan Lea’ya derin bir tutkuyla bağlıdır ve yeniyetme Edmee ile evlenip düzenli bir hayat kurmak ona korkunç görünmektedir. Alain ise, annesiyle, hizmetçilerle ve kedisi Saha ile birlikte yaşadığı bahçeli, lüks villadaki rahat yaşamı bırakıp Camille ile ayrı bir evde düzenli bir hayat kurmaktan korkmaktadır. Ona en zor gelecek şey ise kedisi Saha’yı bırakıp gitmektir ki nihayetinde kedisini de alıp karısıyla birlikte yaşadıkları küçük eve götürecektir.
Alain de Fred (Caniko) de kendilerinden daha yaşlı kadınlara bağımlıdırlar. Biri annesine, diğeri de bilinçaltında anne şefkatini ve ilgisini bulduğu yaşlı aşığına. Ve nihayetinde genç ve tecrubesiz genç kadınlarla evlenirler. Bu evlilikler ikisinde de ruhsal çöküntüye ve eski yaşamlarına dönme isteğine yol açacaktır. Bu romanlarda dikkatimi çeken husus, kadınların genç ya da yaşlı farketmeksizin kendilerinden emin, ne istediğini ve ne istemediğini bilen kadınlar olmalarıdır. Erkeklerin ise evlilik ve hayatla ilgili konularda kafaları hep karışıktır. Evli olmaksızın bir kadına bağlanmakta bir sakınca görmezler ama evlenip düzeni bir hayata geçmek düşüncesi onları korkutur.
Tüm bu benzerlikleri bir yana bırakıp, size Dişi Kedi’den biraz daha söz etmek istiyorum. Beni şaşırtan, bir kedinin bir roman kahramanı olarak bu kadar iyi kişileştirilmiş olması ve insanla hayvan arasındaki bağın bu kadar pürüzsüz ve doğal aktarılmış olması. Alain, romanın bir yerinde karısı Camille’e, Saha’ya olan düşkünlüğünü anlatmak için şunları söyler,
“Senden sonra rasgele birinin olurum, bir veya birçok kadının. Ama hiçbir zaman başka bir kediyi sevmem.”
Bazı bölümlerde Alain ve Saha’nın diyaloglarına tanık oluyoruz. Farklı dillerde konuşup birbirini bu kadar iyi anlayan kedi-insan diyalogları, arka planında çok değerli bir düşünceyi barındırıyor, üstelik romanın, hayvan hakları konusunda günümüzden çok gerilerde olunan bir dönemde yazıldığını düşünürsek, eser, yazıldığı zamanın çok daha ilerisindedir. Romanda geçen cümle de adeta bunun ispatı gibidir.
“Ama insanla hayvan arasındaki akrabalıkları kabul etmek şöyle dursun görmeye bile yanaşmayan bir muhitte büyüdüğü için…”
Alain’in karısı Camille, Saha’yı kocasından kıskanmakta bir sakınca görmez ama Saha’yı kedi olduğu için aşağı görmeyi normal sayarak kocasına serzenişte bulunur,
“Bir kadını kıskançlıkla öldürseydim, veya öldürmeye teşebbüs etseydim beni affederdin herhalde. Ama kedine, dişi kedine dokunduğum içindir ki hesabım görülmüştür.”
Temennim, 1954 yılında Varlık Yayınları tarafından çevrilerek basımı yapılmış olan eserin, günümüzde bir yayınevi tarafından yeniden okuyucuyla buluşturulmasıdır.
Caniko’dan Lolita’ya tutkunun evrimi
Colette’in Caniko’sunu okurken, her nedense yıllar önce okuduğum Nabakov’un Lolita’sını hatırladım sıkça. Hatta kitaplığımın demirbaşlarından olan Lolita’yı elime alıp, sayfalarına aldığım notları gözden geçirdim. İki kitabın ‘ruh ikizi’ olduğu hissine kapıldım. Lolita 1955 yılında, Caniko ve Caniko’nun Sonu ise 1920’lerde yazılmıştı. Caniko’nun Fred’i, kendisinden çok yaşlı olan Lea’ya derin bir tutkuyla bağlıdır. Küçük yaştan itibaren adeta ‘onun elinde’ büyümüştür. Caniko için Lea anne, sevgili, arkadaş ve sırdaş, zengin olduğu için de tüm ihtiyaçları için para kasasıdır. Lea’dan başka hiçbir kadının ona bu kadar şeyi bir arada sunamayacağının farkındadır. Kendisinden küçük Edmee ile evlenmesi gündeme geldiğinde Caniko büyük bir ruhsal çöküntünün eşiğine gelir, çünkü yıllardır birlikte yaşadığı Lea’dan ayrılma vaktinin geldiğini eninde sonunda kabullenmesi gerektiğini bilmektedir.
Lolita’nın orta yaşlı Humbert’inin çocuk yaştaki Lolita’ya duyduğu tutkulu cinsellik, hayatının küçük kız etrafında şekillenmesi, bize Caniko’nun duygularını anımsatmaktadır. Sanki Humber de Caniko da onları ezip bitiren tutkunun esiri olmuşlardır. Ve ikisi de dönüp dolaşıp cinayet mahaline dönen suçlular gibi yıllar sonra tutkuyla bağlı oldukları kadınları görme isteğine engel olamazlar. Farkı yıllarda, çok farklı ortamlarda gerçekleştirilen iki ziyaretin ortak noktası ise hayal kırıklığıdır. Çünkü Lolita’da, Humbert’in dediği gibi,
“Zaman, hayallerimizden çok daha çabuk yol alır.”
Caniko Lea’dan ayrıldıktan sonra evlenmiş, Lea’sız geçen sıkıntılı, can sıkıcı yıllardan sonra savaşa asker olarak katılmıştır. Dönüp dolaşıp Lea’nın evinde alır soluğu. Onu bıraktığı gibi bulmayı ummaktadır ama büyük bir hüsrana uğrayacaktır.
“Leanın yüzü kırmızıydı, biraz çürük bir kırmızı. Şimdi pudraya tenezzül etmiyor, içi altın dolu bir ağızla gülüyordu. Sarkık geniş yanaklarıyla, çifte gerdanıyla, et yükünü payandasız ve kösteksiz taşımayı beceren sağlıklı bir yaşlı kadın.”
Lolita’nın Humbert’inin, “Hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi.” dediği Lolita’sıyla karşılaşma anı da pek farklı değildir.
“İşte o, mahvolmuş güzelliği, ip gibi damarlı ince yetişkin kadın elleri, tüyleri diken diken olmuş beyaz kolları, sıradan kulakları, bakımsız koltukaltlarıyla karşımda duruyordu. Daha on yedisinde onulmazcasına yıpranmıştı.”
Caniko’dan Lolita’ya edebiyatta cinsiyetçi yaklaşımlar
Cinsiyetçi yaklaşımların, eserlerin kaderi üzerinde yadsınamayacak bir etkilerinin olduğunu düşünüyorum. Colette’in, yaşlı bir kadına aşık yeniyetme Caniko’yu konu etmesinin, Nabakov’un bir çocuğa cinsel tutkuyla bağlı bir adamı konu etmesinden daha dezavantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Gelenekçi, erkek egemen zihniyetteki okuyucu, birinciyi anlamakta ve hazmetmekte daha fazla sıkıntı yaşayacaktır. Üstelik yazarın toplumsal normalara göre fazlasıyla aykırı ve feminist olduğunu düşünürsek bu durum eserin aleyhine dönüşebilmektedir.
Kadınların uzun yıllar boyunca erkek takma adlarıyla yazdıkları bir edebiyat dünyası hızla evrim geçirip kadın yazarı baş tacı etmiş olabir mi? Bunun böyle olmadığını biliyoruz. Erkek yazarların yazdıkları her zaman daha kıymetli ve daha görünür olmuştur. Ne yazık ki Colette’in diğer eserlerinde olduğu gibi Caniko da basıldığı yıllarda ilgiyle karşılanmasına rağmen sonraki yıllarda hakettiği ilgiyi görememiştir.
Duygusal Sürgün’ün önsözünde Tahsin Yücel şöyle yazmıştır,
“Hep kadının çevresinde döner bu yapıtlar, kadında da hemen her zaman bedensel olanda, içgüdü ve duyguda yoğunlaşır. Başka ögeler ancak bu temel ögeler dolayısıyla girer Colette’in dünyasına. Örneğin erkekler bu dünyada bedenin doğasının vazgeçilmez vazgeçemediği varlıklar olarak belirirler. Colette’in kadınları tutkusuz, edilgen, neredeyse kımıltısız yaratıklardır. Örneğin düşünsel düzlemde erkeklerle boy ölçüşmek uslarından bile geçmez.”
Bu satırlara katılmam mümkün değil. Yapıtlar kadının etrafında dönmez, iki ciltlik Caniko romanı, odağına bir erkek olan Fred’i almıştır. Yine Dişi Kedi romanının odağında erkek kahraman Alain vardır. Üstelik Colette kadınlarının edilgen olduğunu düşünmüyorum. Onun kadın kahramanları kendinden emin, erkeğe göre daha güçlü ve ayakları yere basan, zeki, dominant karakterli kadınlardır. Sıkça karşımıza çıkan, kadın yazarların ‘yazarken odaklarına kadınları aldıkları’ , ‘kadın duyarlılığı’, ‘ayakları yere basmayan şeyler yazmak’ bana kalırsa bir ‘erkek edebiyat’ önyargısıdır. Çünkü aynı şeylerin erkek yazarlar için söylendiğini işitmedim.
‘Kadın yazar’ söyleminin bile özünde cinsiyetçi bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum, o yüzden gerekli olmadıkça kullanmamayı tercih ederim. Yazar tanımlamasının yeterli olduğunu düşünüyorum.
‘Erkek yazar’ dendiğini duydunuz mu?
Colette’te aşk ve erotizm
Colette yaşadığı dönemde lezbiyen ilişkileriyle de gündeme gelmiş, muhafazakar toplum tarafından dışlanmıştır. Ancak cinsel kimliğinin edebiyatına damgasını vurduğunu söyleyemeyiz. Yalnızca O Zevkler ve Duygusal Sürgün romanlarında kadınlar arsındaki yakınlaşmaları konu etmiştir. Kadın eşcinselliği üzerine yazılmış bir deneme-roman olan O Zevkler, hem düşünsel hem de yazınsal olarak çağının çok önündedir. Romanın kahramanları güçlü, sanatçı kişiliğe sahip kadınlardır. O Zevkler’de kadınla kadın arasındaki ilişkiye dair şunları söyler,
“İki kadının sadakati şehvetten doğmaz, daha çok bir tür akrabalık sayesinde gerçekleşir. “Ey kızkardeşlerim!” diye boyuna içini çekerdi Renee Vivien.”
Sonuçta eserlerinde aşkı, tutkuyu, kadınla erkek ya da kadınla kadın arasındaki duygusal bağları çok detaylı ve etkili bir dille anlatmıştır Colette.
Duygusal Sürgün’de Annie, Claudine’e şöyle der;
“Aşk, öylesine gurur duyduğun o büyük aşk neye yaradı Claudine? Öyle bir aşkın ölümünden sonra da yaşayabiliyorsun demek? Ya da o aşk, aşk değildi”
Aşk, tutku, ölümünedir Colette’te. O, edebiyatın Dişi Kedi’sidir. Bembeyaz, uzun, yumuşak tüylü, parlak, mavi gözlü, uzun kuyruklu bir İran kırmasıdır. Duygulu ve tatlı bakan gözleri, sivri ve kesici pençeleri vardır.
Kaynakça:
Dişi Kedi –Varlık Yayınları-1954
Claudine’in Evi– M.E.B Yayınarı-1998
Duygusal Sürgün-Can Yayınları(1991)
Avare Kadın-Can Yayınları (1992)
O Zevkler-İletişim Yayınları (1995)
Caniko-Cadde Yayınları (2004)
Caniko’nun Sonu-Cadde Yayınları (2007)
Lolita –İletişim Yayınları (1999)
Özlem Narin Yılmaz – edebiyathaber.net (23 Ocak 2020)