Cortazar’ın Paris’te geçen bu öyküsünde, ilk başta, kullandığı anlatım biçimiyle kurduğu atmosfer arasındaki koşutluk dikkatimizi çekiyor. Öykünün karamsar, aynı temayı her paragrafta tekrar eden, takıntılı bir atmosferi var. Atmosferin bu ağırlığını her bir paragrafın uzunluğu destekliyor. Uzun tutulmuş her paragrafı nefesimiz daralarak okuyoruz, paragraf sonuna geliyoruz ve derin bir teneffüs alıp dinleniyoruz.
Ardından hemen diğer paragrafa geçmek istiyoruz, çünkü öykünün kendisi, bu karanlık atmosferin içinde beslediği merak duygusuyla bizi devamını okumaya zorluyor. Tıpkı öykü kahramanı orta yaşlı adamın barda içini dökerken kendini mahvetmek için ucuz şarabı su gibi içmeye devam etmesi gibi, biz de sonunun ya bir sinir kriziyle ya da bir cinayetle veya bir ölümle biteceğini sezdiğimiz, bizi mutsuz edeceğini önceden bildiğimiz bu öyküyü içer gibi okuyoruz.
Öykü karakterlerinin davranışları, konuşma şekilleri göze batmayan, insanı sıkmayan bir tarzda veriliyor. Özellikle yan karakterlerle ilgili kilit bilgiler satır aralarında ifade edilmiş. Örneğin kahramanın düzenli olarak Luc’u ziyarete gittiği Fransız evi için “kalelerin en geçit vermezi” benzetmesi yapılmış ya da bu evin içindeki ailenin “efendiden bir sefillik” yaşadığı söylenmiş. Bu tür ifadeler okuyucuya daha fazla hayal kurma ve öykünün içine daha çok girme fırsatı veriyor.
Öyküde anlatılan olay aslında çok sıradan bir şekilde başlıyor: Orta yaşlı bir adamın arkadaşıyla randevusuna giderken belediye otobüsünde Luc isimli bir çocukla karşılaşması. Çocuğun yüzünü, sesini, utangaçlığını, beceriksiz tavırlarını kendi çocukluğuna çok benzetmesi. Öykü bu noktada farkını ortaya koymaya başlıyor ve kahraman bu benzerliği omuz silkerek veya şaşırarak unutacak yerde arkadaşıyla randevusuna boş verip Luc’u daha yakından tanımaya karar veriyor. Çünkü içten içe Luc’un kendisinin genç bir benzeri, bir çeşit reenkarnesi olduğuna inanıyor.
Öykünün ilerleyişi boyunca kahramanın şizofrenik tarzdaki ısrarı öyle derin bir umutsuzluk duygusuyla sarılarak veriliyor ki, en sonunda kalbimiz yumuşuyor, aklımıza galip geliyor ve olayın sahiciliğine inanıyoruz. Tıpkı öyküde kahramanla aynı bar masasına oturan, onu sonuna kadar dinleyen ve anlayan kişi gibi hissetmeye başlıyoruz. Luc’un hastalanıp ölmesiyle birlikte, kahramanımızın da artık bir ölümsüz olamayacağı gerçeğini kabul ediyoruz.
Üstelik yazar bu ikna etme durumunu “sarı çiçek” benzetmesiyle “hiçliğe doğru” bir adım atarak daha ileriye taşıyor ve öykünün finalinde ömrün boşa yaşanan bir şey olduğunu neredeyse tamamen kabulleniyoruz. “Hepsi buydu: Çiçek güzeldi, çok güzel bir çiçekti. Ve ben lanetlenmiştim. Çünkü günlerden bir gün ölecektim, hem de temelli. Çiçek güzeldi, gelecekte insanlar için her zaman çiçekler olacaktı. Birden damdan düşercesine hiçi anladım, hiçliği demek istiyorum, hiç.”
Cortazar, bir öyküsünde daha gerçek ve gerçek üstü kavramlarını birbiri içine geçirerek harmanlıyor ve okuyucusuna hayatın anlamını sorgulatan hüzünlü sorular sorduruyor.
Menekşe Ercan Pekel – edebiyathaber.net (25 Şubat 2020)