Sabahları alarm sesine bağlı olmadan uyananlar var mı? Çok imreniyorum onlara. Hele bugünlerde, gün aydınlanınca çıkılıyorsa yataktan, büyük zenginlik. Gece yatıp gece kalkıyoruz. Karanlığın içinde önümüzü göremez olduk. Bir yerlere, bir şeylere yetişeceğiz diye nefes alamıyoruz adeta. Temel ihtiyaçlarımızı bile zaman kaybı gibi görerek olabildiğince hızlı halletmeye çalışıyoruz. Oysa ki, bizim dışımızda kendi ritminde akıp geçen bir zaman var. Sabahlar akşama, akşamlar sabaha; yazlar kışlara, kışlar yazlara dönüyor. Dönüyor da ne denli farkına varabiliyoruz bunun? Günden güne kendi içimize çekiliyoruz. Doğayla bağımız kopuyor. İnsanla da öyle. Her gün biraz daha yalnız uyandığımı hissediyorum bazen. Bir yere ulaşmak için yola çıktığımda geri dönüşün saatini planlıyorum daha oraya varmadan. Yaşam akıp gidiyor işte. Yetişebilene ne mutlu. Bu döngünün dışında kalabilene ne zenginlik…
Bir Kaptan Kazım gerekiyor sanırım bu keşmekeşin içindeki bizlere. Kaptan Kazım kim mi? Anlatayım. Kazım Kınalı yani bizim Kaptan, yaşama heveslisi bir adam. Sağ yanağında kedi tırmığı gibi iki çizik var. Çocukluğundan birer hatıra. Kazara yanağına çarpan taşlardan birer hatıra da diyebiliriz. Fakat öyle bir yara izi ki mayıs güneşini görünce başlıyorlar yanmaya. Kaptan’ın kızıl sakalının altından bir ileti veriyorlar sanki. Yine bir gün Kaptan’ın sağ yanağındaki bu yara izleri yanmaya başlayınca Üsküdar- Eminönü seferini yapan vapur Üsküdar’a dönmez. Kaptan Kazım kırar dümeni Ege’ye. Ege’nin mayıs ayında ne denli güzel olduğunu da biz İzmirliler iyi biliriz. Biliriz bilmesine de bir yaşayabilsek! Neyse, Kaptan dümeni kırar ve sonrasında hiç ummadığı gelişmelerle karşı karşıya kalır. Bu seyahat bir dünya hareketine dönüşür.
Şimdi dönersek başa; kitap mahkemede başlıyor. Hakim Hakan Mara bizim gibi yaşama acemisi bir adam. Yıllar yılı dört duvar arasında önündeki dosyaları karara bağlamakla geçirmiş zamanını. Ne dışarıdaki güneşin, gökyüzünün farkında ne çiçek açan ağaçların ne de çarşaf gibi denizin.
Savunma esnasında Kaptan Kazım’ın dile getirdiği şu sözleri ise hepimize ders olmalı: “Bahar gelmiş geçiyordu. Dümende, iki iskele arasında gidip gelirken, mayıs güneşi bir sağ yanağıma, bir sol yanağıma vuruyordu. Bahara hoş geldin demek şart olmuştu. Bu yüzden hep beraber tatile çıktık. Üsküdar-Eminönü vapuru, yolcular ve ben. Ama zavallı vapur dönmek zorunda kaldı, biz devam ettik. Neden? Bahar beklemez de ondan Hakim Bey. Bahar geldiği gibi gider…”
Evet günler, aylar, mevsimler geldiği gibi gidiyor. Ve biz bir sistem dişlileri arasında sıkışıp kalmışız. Oysa biliyoruz ki dayatılanı reddettiğimiz sürece insan kalacağız.
Kitabı okurken aklımdan geçenleri hayata geçirebildim mi? Hayır. Geçirebilecek miyim? Ona da hayır. Çünkü sorumluluklar… Belki biraz da alışkanlıklar. Ama umut verdi Kaptan Kazım. Belki bir gün karşılaşırız da bu çılgınlığa bizi de sürükler, diye düşünmeden edemedim. Öyle ya yaşama acemisi bir hakimi, usta bir sinirbilimciyi, Ege’de bir adada yaşayan matematik öğretmenini, huysuz Remziye Nine’yi, İstanbullu gençlerden oluşan Memnunlar Güvertesi müzik grubunu, Arjantinli bir muhasebeciyi, Çinli bir öğrenciyi, Girit’e giden iki İspanyol yolcu gemisindeki elli sekiz köpeği bir araya getiren Kaptan Kazım, bizi de görür elbet. Kapaktaki siluetindeki tüm sevimliliği ile bizi selamlayan Kaptan Kazım’ı görmek, tanımak şart!
Ayşe Güren’in keyifli anlatımı, unuttuğumuz yaşama sevincimizi hatırlatıyor bize. Çocuklar da okusun tabii bu kitabı ama öncelikle ebeveynleri okusun. Onların daha çok gereksinimi var bence bu kitaba. Merve Atılgan’ın renkli çizimleriyle canlılık getirdiği kitabı Can Çocuk bizimle buluşturuyor.
Kaptan Kazım’ı sağ yanağından öperim…
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (22 Ocak 2018)