Sanat, edebiyat ele verir kimliklerimizi, kendimize sakladıklarımızı… Çünkü bu hayata dair korkularımız, yalanlarımız ve inkârlarımız nasıl ki en çok ölüme yaklaşırken dilimizin ucuna gelebiliyorsa, bir edebiyat eseri de yaratıcısının bir yanını öldürerek çıkar ortaya.
Daracık bir sahnenin üzerinde, şık ile rüküş arası diyebileceğimiz kıyafetler içindeki bir kadın ve dünyaya umursamaz bir edayla bakan bir delikanlı. Oğlan sürekli cep telefonuyla oynarken anne kaybettiği pahalı kaşmir eldiveninin tekini arıyor. Acıyla haykırıyor kadın; o kaybolan eldiven bir varoluş meselesi onun için. Derken sahneye siyah çantalı, sert bakışlı, memur kılıklı bir kadın çıkıyor.
Toplumsal yetkili olarak kendini tanıtan kadın bir teftiş memuruna benziyor ilk bakışta ya da Kafka’nın Dava’sında Josef K’yı tutuklamak üzere K.’nın odasının önünde nöbet tutan karanlık memurlara. Diyaloglar gelişip derinleştikçe “toplumsal yetkili”nin her şeyin üzerindeki hükmedici gücü belirginleşiyor. Alay ediyor ana-oğulla, eşyalarını kaybettiriyor, tekrar buluyor, ders veriyor onlara, sövüyor, küçümsüyor, oğlanı cinselliğiyle taciz ediyor. Ama ana-oğulun kaybettikleri sadece eşya değil, aynı zamanda evin erkeği, yani kadının kocası, oğlanın babasıdır da. Adam kaybolmuştur; çünkü bir zamanlar annesinden dinlemiş ama unutmuş olduğu bir tekerlemenin peşinde, üst katta oturan profesörün içine, yani aydınlatıcı bilgiye sığınmıştır. Ama ne toplumsal yetkilinin çabaları ne ortadan kaybolan baba ne de o arkasında koşulan tekerlemenin yokluğu ana oğulun tüketim kültürüne olan bağımlılığını ortadan kaldıracak güçtedir. Bütün varoluşları alışveriş merkezlerinde, indirimli markalı ürünlere kavuşmak olan ana-oğulun ellerinden bu alışkınları da alınıp çırılçıplak kaldıklarında, takatsiz düşüp bir tür ölüm komasına girerler.
Şenay Tanrıvermiş’in yazdığı, Yeşim Özsoy Gülan’ın yönettiği GalataPerform’un sahnesinde izlediğim Dil adlı oyundan bahsediyorum. Bana zaman zaman George Orwell’in 1984 romanının atmosferini hatırlatan, gerçek dışı gibi görünen ama çok güçlü bir toplumsal eleştirisi olan bir oyun. Oyuncuların sürekli devinim halindeki gövdeleriyle daracık bir sahnede harikalar yarattığı oyun boyunca adı tam konulmasa da, siz anlarsınız ki aranılan o tekerleme Kürtçe bir tekerlemedir. Anlarsınız ki sürekli tüketerek hiçbir değere bağlanmamış bir ailenin bir dili reddedişidir, o dili konuştuğu için istenmemiş yaşlı bir kadındır anlatılan. Ve yine anlarsınız ki tüm bunların böyle olmasına neden olan, o alaycı, o buyurgan, o bir kartal gibi ailenin üzerine çullanmış mutlak gücün temsilcisi toplumsal yetkilidir. Devlettir yani. 1984 romanındaki Büyük Birader’dir. Ve oyunun sonlarına doğru kendi kendinize sorup durursunuz. Sahi nasıl bir tekerlemeydi bu?
Bunu oyun bittikten sonra oyunun yazarı Şenay Tanrıvermiş’e soruyorum: Tanrıvermiş, babaannesinin öğrettiği Kürtçe tekerlemeyi bildiğini ama hiçbir zaman “bir berber bir berbere…” rahatlığında söyleyemeye cesaret edemediğini söylüyor. Ve ekliyor: “Aslında oyunu izleyen tanıdıklarım, herkes, biraz şaşkın. Çünkü böyle bir derdimin, böyle bir kimliğimin olduğunu hiç kimse bilmiyordu.”
Ama doğrusu ben şaşırmıyorum. Hatta yaratıcı yazarın en çıplak halinin yazıda gizli olduğuna inanıyorum. Bunu, ilk iki romanında erkek kahramanlarını İstanbul’un çeperlerinde dolaştıran ama onların derinlerindeki boşluğun, yitikliğin adını tam koymayan ve bunu sonunda Son Adım adlı romanıyla yapan Ayhan Geçgin’den biliyorum. İlk dört romanıyla Berlinli yaşıtları insanların günlük yaşamlarına odaklanan ama sonra Mittagsfrau (Öğlen Kadını, Alef Yayınları) adlı romanıyla Yahudi büyük annesinin ürkütücü varoluşsal hikâyesini anlatmaya cesaret eden 1970 doğumlu Alman yazar Julia Franck’tan bilirim. Yahut şehirli insanların kısacık, anlık hikâyelerini anlatarak edebiyata başlayan, sonra “Yere Düşen Dualar” adlı romanıyla belki kapalı gibi görünen ama aslında bir öze, bir kimliğe dokunan, “Yüzünde Bir Yer” adlı anlatısıyla ise sonunda Dersimli babaannesinin yaşadıkları üzerinden ağıt yakar gibi kendine seslenen Sema Kaygusuz’dan bilirim. Ve en çok da kendimden bilirim bunu.
Yüzüme bakan bir an Doğulu bir yüz görür bende ama iki çift laftın ardından hep Batılı yanım çıkar ortaya ve hafızasındakilerle özdeşlik kurduğu görüntümün kaybolduğunu sanırım. Almanya’da İspanyol yahut Güney Amerikalıyım, Türkiye’de daha çok kendi nereli oluşunu kendine dert edinmişlerin anlık konumlandırmalarıyım sadece. Lisede Almanca öğretmeninin diliyle dalga geçeceğini düşünerek sürekli gözlerinin içine baktığı, bir bahaneyle sınıfın dışına gönderdiği, İngilizce’de zorlanan arkadaşlarının ev ödevlerine göz ucuyla bakıp onları düzelten havalı bir kızdım ben. Görüldüğüm kadardım yani. Görülmek istediğim gibiydim. Gibiydim aslında sadece. Derinlerde saklı korkularım, sızılarım vardı. Belki de bu yüzden edebiyata sığındım. Üniversite yıllarımda başka yazarlara öykünen öyküler anlatmaya kalkıştım. Kahramanlarının kahvenin yanında konyak içmeye alışkın yazarların metinlerine gittim mesela. Orta sınıf kadın kahramanlarının evlerinin önüne gelip dayanmış gecekondulu gençler karşısındaki korkularına öykündüm sonra. Olmadı. O sızının kaynağına dokunamadım. Sonra içime çevirdim sözcüklerimi ve Almanya’daki anne babanın yolunu bekleyen küçük bir kıza vardım, terk edilmiş Kürt-Alevi köylerinde durakladım. Ben doğmadan önce ölmüş olan, hiç tanımadığım büyük annelerimi, yaşamış olsalardı muhtemelen kendi dillerinde anlatacakları masalları merak ettim. Yaşasalardı belki de genç kızlığımda varlıklarından, dillerinden utanacağım babaanneler yarattım kendime. Sonra onların anlatamadığı masalları kendi dilimde uydurdum. Ve, kendimin bile farkında olmadığı yeni bir ben’le karşılaştım. Çünkü edebiyata bulaşan korkularına ve o korkularla karışık vicdan sızılarına dokunur bir gün mutlaka ve etrafına ördüğü duvarları yıkmak zorunda kalıp çırılçıplak dikilir kendi karşısına. Çünkü sanat, edebiyat ele verir kimliklerimizi, kendimize sakladıklarımızı… Çünkü bu hayata dair korkularımız, yalanlarımız ve inkârlarımız nasıl ki en çok ölüme yaklaşırken dilimizin ucuna gelebiliyorsa, bir edebiyat eseri de yaratıcısının bir yanını öldürerek çıkar ortaya.
Menekşe Toprak – edebiyathaber.net (14 Mayıs 2014)