Gözlerimle bir tanıklık arıyorum.
Kentime dair ne varsa her birini çocukluk belleğim saklı tutuyor… Bir iz, bir renk, bir koku, bir dokunuş ve bir sesle ardına düşüyorum o karanlık kuyunun. Saklı olanları bana gösteren/anlatan bir imgeyi yakalamak istercesine yüzümü ta ötelere dönüyorum, dağın enginine. Geçen zamana dönük bakışlarımla dağın zirvesine taşınıyorum…
Aslında her şeyin orada başlayıp sürdüğünü söyleyebilirim. Çocukken de hep sorduğum soruyu yineliyorum: Bir kent neden zirvesi yüce bir dağın yamacına kurulur?
Babam, “dağ insanı korur,” derdi. Annemse, “önlerinde ekip biçecekleri yer olsun, insanlar, onun için dağa verirler kendilerini” der, sorularıma yanıt arardı onlar da…
Rüyadan uyanmışçasına içimdeki sessizliğe bakıyorum.
Kar yağışını seyrederek, bir süreliğine, o rüyayı yeniden yaşamak istiyorum.
Girdiğim koridor, dahası kar lodaları … Önümdeki yığıntı halindeki beyazlığı kucaklıyorum… Hissiz ve kokusuz bir dokunuş… Yalnızca büzüşen gözkapaklarım, kıpırdayışını ışığın hatırlattığı kirpiklerim, beyazlığa tutulan bakışlarımı bir sır saklarcasına, benden ayırıyor. Dağa çıkarken, sinsi bir gürültüyle üzerimize gelen, o ak tozutmaları ancak bedenimize çarpan bulutsu yığınla farkedip, sonra da yamaç boyunca fır dönerek derin bir beyazlığa kendimizi bırakış ânı.
Bu kurtuluş muydu, yoksa ölüme atlamak mı? Ayrımında değildir hiçbir şeyin. Dağa gitmeyi, kar oyunumuzun yurdu bilmiştik. Kimimiz el yapımı kayaklarını kuşanmıştı, kimimizde kızaklar vardı.
Çıkıştansa dönüşü düşünüyorduk daha çok.
“Araplar Düzü’nü aşmayın.”
“Şimdi kurt çakal zamanı, Kiremitlik’te ne işiniz var…”
“Dağa çıkmak nerden geldi aklınıza.”
“Uslu olun, gücünüzü sınamayın.”
“Kar yemeyin, boğazlarınız tutulur…”
Ki, sonra;
“Beter ol, laf dinlemez oğlan, kar boğmacası nedir dedin dedin, işte gör,” sözlerine pusup kalacaktın annenin.
Neye uğradığımızı tam da anlatamamıştık korkudan.
İşin sırrı çok sonraları çözülmüştü; İlhan’ın kaval çalması dağı üzerimize yıkmıştı.
Öyle diyorduk aramızda; Kerim, Lâtif, Mehmet ve ben :
” Dağ yıkıldı altında kaldık… “
” Dağdan gelen enişte… “
” Boz ayının hışmına uğradık…”
Kimse “heyelan” sözünü etmiyordu nedense.
Derlerdi ki; Palandöken’in etekleri kar tutmaz, toprak çekip alır. Yüzeydeki tabaka gevşektir, az bir ısıda o da erir gider. Ama zirveye yaklaştıkça buzullaşır, her kar yağışı katmanlarını oluşturur. İyi bir karşı planla kar yığınını keser, testereyle buz kalıplarını biçip ayırırken, siz o katmaları görürsünüz ancak…
Dağ, karını da kendine benzetir. Dağın bezeğidir kar. O nedenle kendini göstermek için zirvesinde bir işaret gibi tutar o aklığı. Ama daha çok da kuytularda saklı tuttuğu, zamanın buzhaneleri olarak nitelendirilen dağdağanlar, buzcuların barınağıdır.
DAĞ, bir de, söz dayanaklarını hatırlatırdı bana. Yankılanan sesin çoğaldığı, algına çeviren uğuldayışların ürküntü yarattığı sivriltiler; sizde hep bir ulaşma ve aşma duygusu yaratan; zaman zaman da “engel”in ne olduğunu belleten dağ koca bir kütle olarak dururdu karşımızda.
Dağın ucu…
Dağın zirvesi…
Dağın eteği…
Dağın kuytulukları…
Ne dersem diyeyim, kentimin eteğine kurulduğu Palandöken Dağı her şeye tanıktır. Hem kuruluş öyküsüne, savaşlara, kuşatmalara, kırım kıyımlara, ihanete, göçlere, hastalıklara, yalanlara, kaçışlara, gitmelere, şenliklere… Taşıdığı suyla beslediği Daphan Ovası’nı, karşısındaki Kargapazarı Dağları’yla kardeş kılan Palandöken, adıyla çoğu şeyi de çağrıştırırdı bana çocukluğumdan beri…
KARLA bürünen dağ, yalnız değildir. Kış önce zirvesinde kendini gösterse de; aynı anda kuşatır kenti de. O ak örtü dağı sarınca; hayatın durmak değil ama sanki tutulduğunu anlarsınız.
Dağ dağa kavuşmaz denilse de; iki dağın arasında ovada dağ rüzgarlarının birbirine karıştığını görmek/gözlemek, hissetmek kavuşmanın asıl başka anlamlar içerdiğini anlatırdı bize.
DAĞ tanıktır burada doğup kalanlara ve gidenlere. Gelenler onun bu yaşını göremezler.
Sonradan gelip yaşayanlar dağı görmez, umursamazlar da.
Giden hatırlar, kalanlar da sırtını her sabah verirler dağa. Çünkü başka güvençleri yoktur.
VE dağ hatırlatır kendini, kar yağdığında, bir çeşme başında soğuk suyunu avuçladığınızda.
Şimdi, gözlerimde o çocuğun bakışı.
Buzcuların daha gün doğmadan pastane ve kahvehanelerin önlerine getirip bıraktıkları buz kalıplarından bir parçayı iyice tuzlayarak bir bez parçasına sarıp bisikletinin sepetine yerleştirerek hareketleniyor . Çünkü, birazdan, gün ışır ışımaz Palandöken Gazozları’nı tahta kasalarından çıkararak dağın buzuyla buluşturup yola düşecek:
“Buz deryası buuuzzz, dağın buzu gazozun hası Palandöken gazozları buuuuzzz….”
O çocuğun nidası kulaklarımda şimdi.
Bakışları hep dağda, yönü hep dağın zirvesinde…
edebiyathaber.net (28 Haziran 2022)