“Zulüm Politikaları”nda Kate Mıllett der: “Cinsiyet de ırk gibi sınıf, rütbe ve kölelik demektir.” Sınıfsal meselelerin günlük hayattaki dominant tatbikleri birçok cinsiyetçi sorunun üzerine düşünmeyi bir başka bahara bırakma vaadiyle çıbanbaşı olarak önceliğini alır. Cerahatte her şeyden biraz vardır aslında, “tek başına” olan hiçbir şey nasıl sorun olamıyorsa.
Ünsiyet gereği mantığın sınırlarını zorlasa dahi, kadın bedeni üzerine her erkek konuşmasını dinleme gayreti göstermemiz de kendi başına bir sorun. Bırakın mevtanın hep kadın olması yüzünden artık susmasının icap ettiğini düşünmeyen erkek olmasın. Oysa konuya karışması dahi sil baştan bir toplum kurma niyetlenmesine açık ara nedendir.
Birey olmanın mevzisine hiç yaklaşamamışken, azla yetin ve düş yola sabrı selametiyle, neden bu derece “biz, bize ait değiliz?” sorusuyla cebelleşiyor insan, cebelleşiyor kadınlar. Bacak aramızdaki “şey”in bu derece biricikliğinin – tek bir saik yetmeyeceğinden- birden fazla saikleri olmalı. Konuşulan konulara bakılırsa ve eğer aydınlanma diye bir yol varsa, değil o yola girmek o yolun varlığından dahi haberdar olmadığımızı iyiden iyiye kavrıyor insan. Bahsettiğim, deniz altında yapacağınız yolculuk medeniyetine ulaşmak gibi bir şey değil, daha ulvi manevi ihtiyaçlar. Yaşamak hakkı gibi, nasıl yaşayacağına hüküm verme hakkı gibi. Belki de, medeniyetin sidre ağacı, kadınların paramparça etleriyle, çocuklara tecavüzlerle, katillerin akıttıkları kanlarla besleniyorsa o ağacı da kesme infaz kararımız, boyun borcumuz. Şimdilik, dayanmaya çalışıyoruz; bakalım, nereye kadar.
Muzaffer Oruçoğlu’nun “Karyaditler”i mitolojiden, dini söyleme damgalılar kafilesi kadınların izini sürüyor. Utanıp sıkılarak, öfkelenerek alı al moru mor okunacak kitaplardan. İlkel insana göre tılsımlı kadının, bugün zincirsiz doğal köle hale getiren düzenin en mükemmel işlediği yer şaşırmayacağınız üzere Müslüman ülkelermiş. Malum, “hukuk” insanın insana zulmünü yasalaştırır, “zina kapısı” da erkeğin kadına. Garbı içten içe kıskanarak seyredişimiz ama bir türlü öykünmeyi bile beceremeyişimizin nedeni olan “zina kapısı.”
Hz. Muhammed’in “hayırlı meta” demesiyle namus havzasının en iyi korunduğu yerler olmuş Arap dünyası. Hayvan ve kadın zulmü arasındaki bağa dikkat çekerek koyun bağırsağından kesilen ince bir sırımla namus havzasının giriş deliğinin dikilmesinden, firavun sünneti denilen klitorisin dibinden kesilmesine kadar envai çeşit tedbirler alınması da bu dünyanın icatları. N. El. Saadavi, El Buhari’den aktarmış; “Ben gittikten sonra ümmetimi tehdit eden en büyük tehlike, kargaşa çıkarmaya en yatkın tehlike kadınlar olacaktır” dermiş Hz. Muhammed. Müslüman dünyasının işinin gücünün kadın olması bu sebep.
Bu ve benzeri konuşmalar, vahiyler karşısında Hz. Muhammed’in karşısına birisi çıkıyor elbet. 6 yaşında nişanlandığı, 9 yaşında onun zevcesi olan Aişe. Biraz imalı “Allah senin şehvet zevkini karşılamak için ne de çabuk her şeyi sağlayabiliyor” diyor. (Oruçoğlu, Sahihi Buhari Muhtasarı’dan aktarıyor. II. 311 ve cilt XI. 151, Hadis 1721) “(Tanrı elçisi) güzel bir kadın görmüş olmasın, hemen dileğine uygun bir ayet indiriverir.” Kaldı ki Hz. Muhammed’de, referans vererek, Ayşe’nin bu dediğini doğruluyor: “Tanrı’dan vahiy gelmedikçe kadınlarımdan hiç biri ile münasebette bulunmadım.” Ki hikâyesi ise şöyledir: Tanrı elçisi, kölesi ve oğulluğu Zeyd’in karısı Zeynep’i beğenir ve ayet gelir: “Vakta ki Zeyd onun istediğini yerine getirerek (Zeynep’i) boşadı; biz de seni (Zeynep’le) evlendirdik. Ta ki müminler için oğulluklarının eşleri boşandıktan sonra oğullukların eşleriyle evlenmelerinde bir beis olmasın…” (Kur’an, Ahzab ayet:37)
Kadınlara tekbir getirerek tecavüz eden adamların videolarını izleyebileniniz vardır belki. Muzaffer Oruçoğlu’nun “Karyaditler”inden öğrendiğim kadar bu konunun geçmişi de Hz. Muhammed’in şu söylediklerine dayandırılabilir: “İçinizden biriniz, kadınlara yaklaştığı zaman çıplak olmayın… Boşalma zamanı yaklaştığında, başınızı bir örtü ile kapatıp tekbir getirin, altınızdaki kadına ‘ağır ol’ diye seslenin.”
Jale Parla “Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik”te doğu kavramları dizisini doğu despotizmi, doğu zulmü, doğu duygusallığı olarak parçalara ayırır. Haklı olarak Nerval’in, Byron’un, Moore’un, Hugo’nun, Flaubert’in, Baudelaire’in (…) doğu görüşlerini “Kişisel düşlerin siyasi düşlere, şairin siyasetçiye, yolcunun sömürgeciye, şarkiyatçının sosyoloji kuramcısına dönüştüğü, yani sömürgeci söylem” diye tarifler. E. Said’in de dediği gibi “Batı, Doğu’yu bir bilgi nesnesi olarak incelemekten çok üretmişti.” Bir doğu efsanesi ile paçavra edilişimiz bir başka yazının konusu. Konu daha içimizde olan, mahalle baskısı ile imtina etmekte zorunlu olduğumuz dinin söylemi ve buyrukları.
Bir doğu miti yaratıldığı, epey hırpalanıp, ortalara sürüldüğü, eğlenildiğine sayısız örnek bulunabilir. Din faktörünün kadına biçtiği değerin pratikleri ise doğunun gerçekliğinde pek öyle üzerinde oynama yapılmasına gerek kalmayacak kadar yanlışlıklarla dolu. Yetkin olmadığım bir konu ama gene de dinlerdeki kadın bakışı kıyasına girişsek kafa kafaya gidebiliriz diye düşünüyorum. Bu konuda ne garp ne şark, dünyanın ortak paryaları kadınlar. Lakin işte Muzaffer Oruçoğlu’nun “Karyaditler”i “Acaba?” diye şüpheye bırakıyor insanı. Neşideler Neşidesi’nde Hz. Süleyman’ın Aşkı, Osmanlı Edebiyatı’ndaki Kadınlar, Kürdistan’daki Kadın Tipleri, Kafatası ve Kalça gibi başlıklı yazıların olduğu kitap, doğunun tabiri caizse neden “geri kafalılar topluluğu” olarak anıldığının kısım kısım bilgilerini veriyor. Parçaları birleştirmek, farklı kaynakları okuyarak bilgileri teyit etmek ve konunun üzerine düşünmek size kalmış.
Filiz Gazi – edebiyathaber.net (11 Kasım 2013)