“Yerken, hiçbir şey pişerkenki kadar sıcak değildir.(1)”
Okurken de pek çok şey yaşamdaki kadar acı değil…
Damızlık Kızın Öyküsü genelde distopya diye nitelendirilse de yazarı Margaret Atwood eserine üstopya ya da spekülatif kurgu diyor. Yazdıklarının gerçeklikle bağının sıkı olması, her distopyanın içinde ütopyayı barındırması ya da başka bir deyişle distopyanın öte bakışın ütopyası sayılması metnini başka türlü adlandırmasına neden sayılabilir. Bilimkurguyla birlikte anılan distopyalar genelde geleceğe gönderme içerir, hicvini insan aklının sonuçları üzerine kurar, teknolojiyi kurguya dâhil eder. Damızlık Kızın Öyküsü içeriğiyle bu tanımdan ayrılır.
1970’li yıllarda ütopya yazınına feminist bakış eklenir. Marge Piercy’nin 1976 yılında yayımlanan Zamanın Kıyısındaki Kadın’ı kapitalizmin aşıldığı bir toplumun tasviri. Atwood, kadın yaşamına kasteden düzeni anlattığı romanı Damızlık Kızın Öyküsü’nde Piercy’nin izleğinden neoliberalizmin etkisiyle kopar. 1980’lerde ütopya yazınında durgunluk görülür. Distopyaysa bilimkurgu adıyla daha çok sinemada varlığını sürdürür.
1985’te yazdığı romanını yaşadığımız dünyanın hemen yanına serer Atwood. Bu yüzden uzun uzun betimlemelere girişmez. Her şey olağan atmosferde geçer. Oldukça sakin anlatımıyla gerçekten de klasik bilimkurgudan ayırır kendini eser. Distopya okuruna olanlar hiç de olağan görünmez. Hatta bazı yerlerde metne dâhil olmak için çaba sarf ederiz. Çünkü var olanı gösterme niyetiyle yazılsa da bilimkurgu, gerçekliği gerçeğin dışına iterek anlatma niyeti taşır. Atwood’un böyle bir çabası yok gibi. Tam tersine tarihi karıştırıp, her dönemin izlerini sürerek aklı karışık bir roman yarattığını, bu karışıklığın belli bir otorite talep ettiğini, insanların düzensizliğe tercihen fena durumu kabullendiğini hissederiz. Otoriteye sebep koşullar romanın biçimini yaratır sanki. Dolayısıyla Atwood bir kara ayna sunar bakmamız için. Damızlık Kızın Öyküsü’nde en rahatsız edici durum anlatıcı karakterin başta başına gelen her şeyi –kendine mani olarak, içini susturarak- öylece kabullendiği hissi. Kurallara uyması da uymaması da sakinliğe dâhil. Sanki bilinci susmuş gibi. Bazı şeyleri soruyor, sorguluyor ama üstünde durmuyor. Atwood’un özellikle karakterini isyankâr, tutkulu bir tip yerine sıradanlığın sınırlarında dolaştırmasının nedeni olmalı. Acaba kötülüğün sıradanlaşmasına hizmet eden akıl tutulmasını işaretlemeye mi çabalıyor? Akıl kötüyü, çirkini yadırgamıyor, hatta anlatıcı olan bitenin dışındaymış gibi davranıyor. Elbette her okurda başka bir düşünce doğurabilir anlatılanlar. Bense metinde Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı’nı aramak istedim. Suçu üstlenmemek, özne olduğunu reddetmek, kötülüğün dışarıdan geldiğini düşünmek kötülüğün sıradanlaşmasının başlangıcı değil mi?
Asıl adı June’ken, olay örgüsünün bir yerinde yeni adının Fredinki (Fred adlı komutanın damızlık kızı anlamında) olduğunu anladığımız anlatıcı müthiş hassas bir kadın. Zaten romanın aslında onun günlüğü olduğunu anlıyoruz sonra. Kokuya, renge, sese, ışığa kısaca her şeye çok duyarlı biri June. Romandaki gerilimin nedeni hassasiyetine rağmen durup beklemesi, boyun eğmesi, görmezden gelmesi… Kötülükle baş edebilmenin bir yolu diye George Bataille, “Zalimce acılar çekmemek için hileye başvurabiliriz,(2)” der. Bataille’in bahsettiği hile utanç duygusu. Bu duyguyu ya din ya da sanat aracılığıyla hatırlarız. Öyleyse kötülüğün sıradanlaşması utanmamakla başlıyor. Hannah Arendt, Kudüs’te yargılanan Eichmann’ın davranışlarında utanca dair iz bulamaz. Üstelik Eichmann, yargılanmasının sonunda yarım şişe şarap içer, papazı görmeyi reddeder. Çünkü Eichmann kararları tek başına almadığını, sadece uygulayıcı olduğunu, onun yerinde kim olsa aynısını yapacağını söyler. Görevi gereği emirleri hiç sorgulamamıştı. İktidarın zulmüne eşlik etmiş biriydi, sonunda bir günah keçisi oldu. Yargılanan Almanlardı, Eichmann ulusunu temsil ediyordu yalnızca. Öyleyse utanç bireysel değildi. Böyle düşünüyordu Eichmann. Arendt’in sıradanlaşma dediği, kötülüğü kendi dışında bir yerde tanımlama hali.
Damızlık Kızın Öyküsü’nde June’un utançla ilişkisi kötülüğe hizmet etme sınırının dışına çıkarır onu. Başta durumunu kabullenişindeki ağırbaşlılığının aksine, duyarlı ve bilinçli hali sebebiyle geçmişi anımsayarak itiraflarda bulunur. İç dünyasında küçük kaçışlara yönelir, vicdanını konuşturur.“Yaşardık, her zamanki gibi, aldırmadan. Aldırmamak cehaletle aynı şey değildir, üstünde çalışman gerekir.(3)” diyerek bilincinin yerinde olduğunu ilan eder. Kitabın sonlarına doğruysa“Utançsız olmayı isterdim. Utanmaz olmayı isterdim. Cahil olmayı isterdim. Böylece ne kadar cahil olduğumu bilmezdim.(4)” der. June utandığını bir kez daha belli eder. Kötülüğün cehaletle bağını kurar. Bilebilecekken bilmemeyi yeğlemiş vicdansız bilinçle. Kötülüğü kolayca dışında tanımlayabilir cehalet. Doğallaştırır, sıradanlaştırır. Ama bilinçli vicdan suçun ortağı sayar kendini.
İki açıdan utanca yaklaşabiliriz. Kimi yerde utanç ahlak kurallarına uymak manasında “iyi”yi temsil eder. Acaba “iyi” olmak toplumun “iyiliği” adına konulmuş kural ve yasalara uymak mıdır? Çünkü Atwood’un romanına göre Lydia Teyze böyle biri. Dini öğretilerle utancın sınırı çizer. Tersine kuralara riayet etmemek utanmazlıktır. Diğer yandan gücün yani otoritenin yaşama ve özgürlüğe kastetmesinin, bireyin cinsiyeti, dini, ırkı sebebiyle öldürülmesinin olağanlaşması da utancı doğurur. Öyleyse utanç nedir?
Atwood, otoritenin ne kadar ileri gidebileceğini anlatır bize. Bireyin tümüyle ortadan kalktığı yerde ne utançtan ne de iyiliğin tasarlanmasından bahsedilebilir. Sadece geçmişle kıyaslayabiliriz olanları. Geçmiş de öyle pırıl pırıl olmasa gerek. Sadece özgürlüğü söze döken bir yönetim var anlaşılan. June, bu yüzden romanın bir yerinde sözün değerine değinir ve hayıflanır. Nasıl da çarçur ettik onu, der. Çünkü sözün hükmünün geçtiği zamanda, yeterince anlayamamıştır sözün ardındaki aklı.
Böylece romanda geçmiş insanın yaptıkları değil yapmadıkları, düşündükleri değil düşünmedikleriyle anılır. June gizlice pişmanlık duyar. Sürekli geçmişi hatırlama çabasının sebebi bu. Çünkü iyiyi tasarlayabileceği, umutlanabileceği bir şey yok elinde. Nietzsche umudun da bir tür kötülük olduğunu söyler. Beklemeyi desteklediği için. Damızlık Kızın Öyküsü’nde umut Lydia Teyze’nin sunduğu şekilde mevcut. Ama beklemekle çelişmiyor. Umudun adı, geçmişle kıyas yapılamayacak denli huzurlu kuşakların yetişmesi Lydia Teyze’ye göre. Öncesini bilmeyen, başka türlüsünü düşünmeyecek olanlar bekleniyor.
“Umut yok. Nerede olduğumu biliyorum, kim olduğumu ve günlerden ne olduğunu. Böylece sınıyorum kendimi, aklım başımda. Akıl, sahip olunacak değerli bir şey; bir zamanlar insanların para biriktirdiği gibi biriktiriyorum onu. Saklıyorum, zamanı geldiğinde, elimde yeteri kadar olacak.(5)”
June umutsuzluğu hareket etmenin bir yolu gibi görüyor. Umutsuzluğun karşısına umudu değil, olasılıkları koyuyor. Çünkü Lydia Teyze, eskiden birden fazla özgürlük çeşidi olduğunu anlatıyor. Bunca seçenek yüzünden toplum neredeyse ölmeye yüz tutacaktı diyor. Özgürlüğe kıymaya temel bu düşünce June’u seçenek üzerine düşünmeye zorluyor. Damızlık Kızın Öyküsü’nü yazıldığı tarihten otuz yıl sonra çoksatar kitapların arasına ekleyen tüm dünyada ve Türkiye’de uygulanan yasaları anlattığı düşüncesi. Atwood çoğu kişiye göre kehanetçi. Oysa Atwood’un kehanetten çok tarihten faydalanmış gibi duruyor. Yazarın, ortaçağ ile modern çağı iyi harmanladığını, sınıflı her toplumda hatta Eski Yunan’da bile kadından nefret eden erkek aklını okuduğunu, aklın yetmediği yerde dine sarılan insanlığın çaresizliğini çözdüğünü söylemek daha doğru. Romanda iktidarın özellikle kadınlar üzerinde durmasının sebebi günahı temellendirmek. Suç sınır çizmeyen kadının Lydia Teyze’ye göre. Çünkü günahı önlemek kadının görevi. Erkeğe hizmet eden, yerini bilen kadının. Ursula K. Le Guin’den alışık olduğumuz şekliyle kitapta kahraman kadın yok. June bir antikahraman. June’un bir kahraman gibi gördüğü Moira ise sonradan anlayacağımız üzere kaçış çizgisinin sınırlarında dolaşıyor. Sonuna kadar gitmek yerine, kötünün içindeki iyiyi bulup kendine kendince baskıya katlanacağı bir alan açıyor.
June’un yasalara göre işlediği en büyük suç Moira’yla yüzleştiği kulübe gitmiş olması değil. Nick’le yaşadığı yasak aşk da değil. En büyük suçu Komutan’la Scrabble oynaması. Yasak, unutulmuş kelimeler üzerine düşünmesi. Hatta yeni kelimeler uydurması. Atwood burada yeni bir dil kurmaya atıfta bulunuyor. Lydia Teyze’nin deyimiyle masumiyetten bilgiye düşerek günah işlemiş insanlığın, bilincini genişletmek için ikinci kez günaha batması. Dilin gelişimi, yeni bir dil kurma, en tehlikeli iş bu. Düşünceyi durduramadığımız için de utanalım mı?
Romanı Kötülüğün Sıradanlığı’yla birlikte düşünmeme sebep başka bölümse Yahudilerle ilgili yayınlanan bir belgeselden bahsedilmesi. Hitler’in metresi diye bahsedilen kadın, Hitler’in canavar olmadığını söyler. Eichmann’daki utançsızlık belgeseldeki kadının makyajıyla ima edilmiş gibi. Merak edilen fakat kadına sorulmayan soruysa Hitler’i sevip sevmediği… Belgesel yayınlandıktan sonra kadın kendini öldürür. Böyle sorulmamış soruya cevap verir. Hem Eichmann’dan ayrılır hem de Hitler’le ilgili söylediklerini terk eder.
Bu kararı June’un tercihine bağlayalım. June, banka kartlarına el konulup işten çıkarılmasından sonra yürüyüşlere katılmadığını, tersine evde daha çok yemek yaptığını söylüyor. Romanın sonuna doğruysa daha çok hatırlıyor. Muhtemel muhalefetin tarafına geçiyor. Öyle olduğunu umuyoruz ya da.
Atwood kadının sustuğu yerde dünyanın ne denli renksiz olacağını yeterince göstermişken, kötülüğün sıradanlığına düşmüş pek çok kişiliği gösteriyor. Her türlü gerekçeyi yakalayabiliyoruz kötülüğe dur demeyenlerde. Başta da söylediğim gibi hikâyenin naifçe sunulması anlatılanla gerilim yaratıyor. Tabii bu benim okumam. Atwood’un nesnel, kışkırtmayan üslubu edebi açıdan anlamlı. Yazarın tarafsızlıkla kişilerini ele alma çabası önemli. Ama konusu itibariyle kimi yerde olağanlaştırmadan kıl payı kurtuluyor hikâye. Atwood da bu tehlikeyi sezmiş olacak ki 2165 yılından Gliead Cumhuriyet’ine bakmamızı sağlıyor. June’un günlüğü üstünden geçmişi anlamaya ve analiz etmeye çalışıyor gelecektekiler. Öğrendikleri pek çok şey karşısında sürekli gülüyorlar. Geçmişi alaya almaları daha iyi bir yer yaratıldığı, her tür kötülüğün geçmişte kaldığı duygusu yaratıyor. Tam burada June’un günlüğü Anne Frank’in Hatıra Defter’ini akla getiriyor. Hannah Arendt’in aktardığına göre Eichmann davasını izleyen, Anne Frank’in Hatıra Defteri’ni okuyan Alman gençler, hiçbir şeyi üstlerine alınmaz, babalarının suçları altında ezilmez, bırakın gülmeyi ucuz bir duygusallığa bürünür.
Damızlık Kızın Öyküsü Lydia Teyze’nin yaydığı bilgiyle de bizi kötülüğün kaynağı üzerine düşündürüyor. Lydia Teyze demişken teodiseyi de yazıya dâhil edelim. Kötülükten iyilik doğacağı inancı Tanrıyı haklı çıkarma isteğinden doğuyor diyor Eagleton.(6 ) Tanrı neden böyle bir dünya yarattı? İyiliği bulalım diye mi? Öyleyse yazıyı başka bir düşünürün, Baudrillard’ın kaygısını paylaşarak bitirelim. Ya bunca kötülüğün geriye dönüşü yoksa? Ya insanlık kendisini iktidara, lidere, şiddete, kötülüğe teslim etmişse?
“İnsana özgü hiçbir şey bu kadar kusursuz değil, nisyanı mümkün hale getirebilecek çok insan var bu dünyada. Ama her zaman geriye hikâyeyi anlatacak biri kalacaktır. Bu nedenle, en azından uzun vadede, hiçbir şey ‘pratikte faydasız’ olamaz.(7)“
- Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Metis
- Edebiyat ve Kötülük, George Bataille, Ayrıntı
- Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood, Doğan Kitap
- Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood, Doğan Kitap
- Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood, Doğan Kitap
- Kötülük Üzerine, Terry Eagleton, İletişim
- Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Metis
Arzu Eylem – edebiyathaber.net (6 Şubat 2018)