Margaret Atwood, 1985’te yayımlanan Damızlık Kızın Öyküsü isimli romanına dair “Kurallarımdan biri, James Joyce’un “kâbus” olarak nitelendirdiği tarih sahnesinde meydana gelmemiş herhangi bir olaya ya da henüz keşfedilmemiş herhangi bir teknolojiye kitabımda yer vermemekti,”* diyor.
Romanı okumaya hazırlananlar için yeterince açıklayıcı bir uyarı niteliğini de taşıyor bu cümle. Gerçekten, kitabın ilk sayfasından itibaren bir kâbusun içine giriyoruz, ama asıl rahatsız edici olan; yazar tarafından yeniden yaratılmış olan dünyanın, içinde yaşadığımız dünyadan hiç de farklı olmadığını görmek…
Bir gün uyanıyorsunuz, dışarı çıkıp marketten alışveriş yapıyor ve kasadaki görevliye kredi kartınızı uzatıyorsunuz. Kâbus orada başlıyor, ama siz daha ne olduğunu pek anlayamıyorsunuz. Kartınız iptal olmuş. İşe gidiyorsunuz, ama işinize son verilmiş. Yaşadığınız ülkedeki tüm kadınların benzer şeyler yaşadığını öğrenmeye başlıyorsunuz. Sonra oturduğunuz evde oturamayacağınızı, evliyseniz evli olamayacağınızı, çocuğunuz varsa onunla yaşamaya devam edemeyeceğinizi öğreniyorsunuz. Sistem sizi bir nesne olarak bile görmek istemiyor, yok olmanızı istiyor. Bir hiçe dönüşmenizi! Bir hiç bile olmamanızı!
Her şeyin tek bir nedeni var: kadın olmanız. Öyle bir kâbus ki, dışına çıkma şansınız yok. Ama size diyorlar ki yeterince özgürsünüz, çünkü seçenekleriniz var: doğurganlığınız sürüyorsa iktidarı ele geçiren ordunun komutanlarından birinin evinde yaşayabilirsiniz, çocuk doğurabilmeniz şartıyla! Ya da dışarı çıkma şansınızın olmadığı bir otelde fahişelik yapabilirsiniz, ama hiçbir bedel almadan! Ya da açlık ve sefaletle mücadele edenlerin bulunduğu bir bölgede istediğiniz gibi yaşayabilirsiniz, hayatta kalmayı başarabilirseniz! Tüm bunlar, bir gün her şeye el koyan bir orduya ve onların o gün aldığı karara bağlı.
“Utançsız olmayı isterdim. Utanmaz olmayı isterdim. Cahil olmayı isterdim. Böylece ne kadar cahil olduğumu bilmezdim.”
Bir anda bir adınız bile olmayabilir, o kadar değersiz, o kadar hiçsiniz ki, bir çocuk vermek üzere, yani damızlık olarak bulunduğunuz evin erkeğinin ismi ile isimlendirilebilirsiniz, evin erkeğinin adı Fred ise Fredinki gibi…
Fredinki, romanın anlatıcı kahramanının adı. O bir damızlık kız. Varlığının tek bir nedeni var: çocuk doğurmak. Yaklaşık 400 sayfa boyunca öyküsünü anlatıyor. Konuşur gibi kısa ve öz cümlelerle ilerliyor roman. Bazı cümleler tamamlanmıyor, öylece kalıyor. Gilead olarak adlandırılan ülkedeki tüm kadınların yaşamı gibi.
Fredinki, yaşadıklarını anlatırken, sık sık geri dönüşler yapıyor. Roman, geçmiş ve şimdinin birbirine harmanlandığı paragraflarla örülüyor. Margaret Atwood’un tercih ettiği şiirsel anlatım biçimi, içinden geçtiğimiz kabusla birbirini tamamlıyor. Bu konuda, kitabın çevirmenleri Sevinç Altınçekiç ve Özcan Kabakçıoğlu’nu kutlamak gerek, bu anlatımın duygusunu Türkçe’ye taşımakta çok başarılı olduklarını düşünüyorum.
Bu korkunç sistemi ayakta tutan en önemli olgulardan biri: din. Bir diğeri de dil tabii. Komutanların damızlık kızlarla cinsel ilişkiye girdiği zamana ayin deniyor mesela, bir aşk ya da haz olayı değil, dinen de yapılması gereken bir görevi yerine getiriyorlar. Kadınlığa dair tüm tanımlar ve kavramlar dilden temizleniyor. Kız kardeş gibi davranmak, ifadesinin karşılığı Gilead’da yok.
Sisteme karşı gelenler, dine karşı gelmiş oluyor ve günahkâr sayılıyorlar. İnfazlar halka yaptırılıyor, yani suçlu ya da günahkar olduğuna asla inanmadığınız arkadaşınızın boğazına geçirilen ipi siz çekiyorsunuz, yine din adına. Ve Tanrı hep yönetenlerin tarafında oluyor. Ve Fredinki tüm sessizliği ile isyan ediyor: “Cennet için sana ihtiyacımız var. Cehennemi kendi başımıza da yapabiliyoruz.”
Faşizm ve erkek egemenliği dil ve din ile inşa ediyor zaferini.
Atwood’un feminizminin bu romandaki dile gelişinin, romanı yukarı taşıyan iki önemli tarafı var: biri erkekleri dışlamaması, diğeri kadının kadına uyguladığı şiddete de kurgusunda yer vermesi. Kurgulanan Gilead ülkesinde, toplumun yarısını oluşturan kadınların hiçleştirilmesi, kadınlar kadar erkeklere de zarar veriyor elbette. Çünkü temelde sorun erkek ya da kadına dair değil, insana ve insanlığa dair. Ayrıca, faşizm gücünü hükmettiği bireyleri birbirine düşmanlaştırmaktan alıyor. Gilead’da kurulan sistem, kadınları farklı haklara sahip farklı sınıflara ayırarak, sınıflar arası çatışma ile örgütlenmelerini, birlikte hareket edebilmelerini önlüyor. Sonuçta ufacık bir ayrıcalığa bile sahip olan bir kadın o hakkını kaybetmemek uğruna daha alt sınıftaki başka bir kadına eziyet etmekten kaçınmıyor.
Peki kimse karşı çıkmıyor mu bu duruma? Tüm kadınlar kendilerine reva görülen uygulamayı öyle kolayca kabullenivermişler mi? Ya erkekler, hiçbiri mi karşı çıkmıyor bu zalimliğe, faşizme? Elbette direniş var. Umut da… Atwood, bu nedenle romanlarına ütopya ve distopya kavramlarını birleştirerek üstopya adını veriyor. Damızlık Kızın Öyküsü, bugün yaşadıklarımızdan hiç de farklı olmayanları içeren bir Gilead ülkesi sunuyor okura, bir çeşit ayna gibi. Umut, kabuslara gözümüzü kapatarak, sırtımızı dönerek değil, gerçeğin bizzat farkına vararak ulaşılabilecek bir yoldan geçiyor Damızlık Kızın Öyküsü’nde.
“Susturulanlar duyulmak için yaygara koparacaklardır, sessizce de olsa.”
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (3 Temmuz 2017)
* http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/21-yuzyilda-damizlik-kizin-oykusu-i-11099