Hasan Ali Toptaş, Yatak isimli öyküsünde, sabah gözlerini açtığında her zamanki gibi kendini içinde bulduğu yer yatağına sığan sesleri, kokuları, görüntüleri, ağaçları, hayvanları ve dereleri betimler. Sözcükleriyle duyuları buketlendirir, çocukluk yatağının ötesine süzülen kanatlarla düşündeki kurmacaya katmanlı bir dille ulaşır. Bir yer yatağı bizi başka dünyalara götürür.
On sekizinci yüzyılda Xavier de Maistre, ev hapsine mahkûm edildiğinde Odamda Seyahat kitabını kaleme alır. Kitabın ikinci cildi Odamda Gece Seferi’dir. Yazar, bu otobiyografik anlatısında, mobilyalara ve eşyalara bakarak hayallere dalar, kendisine hiç bir maliyeti olmayan odadaki yolculuk için şükreder. Okurun düş gücü ile oynar. Daracık odasında, gözlemlerini, duygularını, yalnızlığını, düşüncelerini imgelerle ve esprili bir dille kağıda döker.
Bir mekânda kapalı kalmak yaratıcılığı tetikler mi? Bahçeli ya da orman içinde büyük bir evde olmakla, küçük pencereli bir yerde bulunmak arasında fark var mıdır? Evinizdeki pencere, gökyüzü yerine beton yapılara açılıyorsa ne yaparsınız? Öte yandan orman içindeki fildişi kulesinde yaşayanın, küçük odasında zamanını geçirenden daha rahat nefes alabildiğini kim garanti edebilir? Amerika’daki büyük buhran yıllarında mitolojinin ünlü ismi Joseph Campbell işsiz olduğu dönem için bir okuma disiplini ayarlar. Saatlerini planlar. Yıllarca günde dokuz saat okur. Bu şekilde kendini çok geliştirir. Olumsuz senaryoların kurbanı olmak yerine, yapıcı kurgulara kapıları açmak, sıkılmanın, yaratıcılığı tetikleyici gücüne güvenmek, düşüncenin yelpaze gibi açılmasına olanak tanımak, kaosun kıyısında, evrendeki evimizde hep beraber yaşadığımızı hissedebilmek hem kolay, hem zor. Ama belki de bu mevsim bizi başka türlü dönüştürecek. Kriz hepimizi başlangıçta unuttuğumuz o en temel değer ve gereksinimlere geri götürecek.
Viktor Frankl logoterapide insanın en büyük zorluklarda dahi ayakta kalma sebebinin hayattaki amaç ve anlam duygusunu bulması olduğunu söylemişti. O nedenle bilinçli ve sorumlu varlıklar olarak görevimiz bizim için benzersiz ve her bireye özgün olan bu anlamı keşfetmek olmalı. Zor süreci, yaratıcı çalışmalar, derin deneyim ve sevgi, kaçınılmaz acıya karşı benimsenen tutum anlamlı kılabilir. Frankl, acı çekmenin yaşamın bir parçası olduğunu düşünür ve bireyin özgürlüğünün, herhangi bir duruma, hatta en acı verici durumlara nasıl tepki vereceğini seçme yeteneğinde olduğunu anlatır.
Geçici buhran dönemlerinde, yaratıcılık bazen bizi şaşırtarak şaha kalkabilir. Hatta kaynaklar kısıtlanınca koşulları zorlamanın, eylem planlarını çeşitlendirmenin pek çok yolu bulunabilir. Değişim, uyum ve kabul ile birlikte ortak hareket etmeyi hep başta reddeder. Değişim, dirençle kan kardeşliğini seçer. Doğu felsefelerinde ve pek çok dinde, inziva sürecinde aydınlanmalar yaşanır. Değişim yeniden doğuş olabilir. Bizler de, Yunanlılarda Phoneix, Hintlilerde Garuda, İranlılarda Simurg adıyla anılan Anka kuşunun evine ulaşmak için o dipsiz ve çetin görünen bütün vadileri aşabilir, küllerimizden yeniden doğabilir miyiz? Yoksa yine “nefs, cehalet, dedikodu ve benlik” vadilerinde takılır mıyız? Zor patikalar bizi kendimize ulaştırabilir mi?
Psikometrik testler insanların baskı altında ve stresli koşullarda verdikleri tepkileri önemser. Kaos ortamlarında, en sonunda neyle başa çıktığımız, ne kadar dayandığımız değil, süreci deneyimlerken nasıl tepki verdiğimiz, nezaketimizi ve inceliğimizi yitirmeden hızlı çözüm oluşturabilme yeteneğimiz, özgeciliği öğrenebilme düzeyimiz, süreçten aldığımız dersler ve kendimizi kime dönüştürebildiğimiz konusu odak olur. Bulanık suyun durulmasını sakinlikle beklerken, duyguların farkındalığı ve kabulü ile aşırılıkların törpülenmesi, egoların yönetimi belirleyicidir. Gerçek dostlukların ve koşulsuz dayanışmaların arasında, insanlığın baskın rengi ile birlikte, aradaki tonlar da belirlenecek. Ya birlikte varolmayı becereceğiz ya da evren kendi yöntemlerini herkese dayatacak.
Mazeretler bulmak yerine yapıcı fikirlere yönelik gerekçeler yaratmanın önemini anımsayacağız. Çözümlerin, eyleme geçebilen olumlu yaratıcı zihinleri sevdiğine daha fazla tanık olacağız. Düşünen ve uygulayan her zihin gençtir.
Göklerin yerlerden hep daha özgür olduklarını düşünürüz. Uçan kuşun kanadına takılma isteği de yine öyle bir istektir. Uzaklarda bir yerlerdeki çayırlar, buğday tarlaları, vadilerin içinden geçen nehirler, mavi okyanuslar, yağmur ormanları düşlerimize girer.
Latincede yenilmez anlamına gelen Invictus, Viktorya dönemi şairi William Ernst Henley’nin kendi hasta yatağında, hayata tutunmak için yazdığı bir şiirdir. Robben adasındaki ufacık hücresinde Nelson Mandela’ya yirmi yedi yıl boyunca ayakta kalma cesareti ve gücü verdiği düşünülen mısralar, daracık bir mekânın içinden yükselmiştir:
“Kapı ne kadar dar olsa da
Cezalarım ne kadar ağır olsa da
Kaderimin efendisi benim,
Ruhumun kaptanı benim”.
Bazen dar bir alanda çılgınca işleyen hayal gücümüze tutunmaya uğraşırız. Hayatı, bir odanın penceresinden bile ayrıntılarını farkederek seyredebilir ve anlamlandırabiliriz. İnsan olarak bu güce ve dayanıklılığa sahibiz.
Gamze Haklı Geray – edebiyathaber.net (3 Nisan 2020)