“Davamız ilmi, siyasi ve edebidir,” diye mırıldanan bir grup kadın imgesi beliriyor gözlerimizin önünde. Mekân bir Çukurcuma sokağı. Zaman gece. Bir sis perdesi aralanıyor. Genç bir kadın silueti mırıldanan kadınlara karışıyor.
Oylum Yılmaz’ın 2018 Duygu Asena Roman Ödülü’ne lâyık görülen novellasının ana karakteri Leylâ o kadın. Kafasında çılgın sorular, sorgulamalar. Çukurcuma’da hamamdan yükselen buharla, geceyi örten sisin içinde yürüyor hayalâtlarının eşliğinde.
Bilinç akışı o kadar kuvvetli ki, biz okurlar ona yetişemiyoruz. Zaman zaman tökezliyoruz. Yitip gidiyoruz Leylâ’nın düşüncelerinin kıskacında. Ben aynı duyguya Leylâ Erbil’in Kalan romanını okuduğumda da yakalanmıştım. Nitekim Nermin Yıldırım’ın Oylum Yılmaz’la yaptığı röportajda da ana karaktere adını verirken bilinç akışı tekniğinin ustalarından, hayranı olduğu Leylâ Erbil’den esinlenmiş olabileceğini söylüyor. Sonra kendimizi Leylâ’nın eteğine takılıp onunla birlikte gecenin koynuna dalarken buluyoruz. Yani Gerçek Hayat’ın peşine düşüyoruz. Sahi hayal nerde bitiyor, gerçek nerede başlıyor?
Novella boyunca hayalle gerçeğin ortasında savruluyoruz. Bazen yolumuzu şaşırıyoruz. Oylum Yılmaz’ın mürekkeple oya gibi işlediği kelimeler özenli cümlelere dönüşüp pusulamız oluyor.
Mecnun’un peşinde koştuğu değil, Ali’sinin hatırasına yanan bir Leylâ ki “hayatı gerçeklerden değil, hayallerden” (syf.13) biliyor. “Anadolu Kadın Evliyalarının Gizli Güçleri ve Gizli Tarihi” adlı bitiremediği bir tez çalışması var. Kırklara karışan, o sisli, buharlı gecelerde kendisininkinden başka sesler duyar Leylâ. Milenyuma girerken hepimiz gibi büyük düşler kuran ve fakat işten çıkarılan, bakkala, manava, ev sahibine borçlanan Leylâ haftanın iki günü Meleğim Fal Kafe’de fal bakar.
Leylâ’nın dilinden düşürmediği iki tane de çok sevdiği arkadaşını dinleriz sık sık ondan. Biri aynı kafede fal bakan eski devrimci Ayten’dir. Onun da Ali’si var. Düşüncelerinin cezasını çekmek üzere hapislerde gün sayıyor. Diğer arkadaşı ise fal kafeye fal baktırmaya gelen müdavim Ahsen. Fallarda aradığı Ali’sinin peşinde o da. Bilim insanından sayı mefhumunu yitiren bir deliye dönüşüyor. Tıpkı Ayten gibi. Tıpkı Leylâ gibi. Üç kadının da hayalle gerçek arasında gidip gelen, deliliğe üç adım mesafede hayatları. Belki üç farklı karakterde tek bir Leylâ’nın hikâyesi okuduğumuz.
Leylâ’nın asıl meselesi, prensesin yatağının altındaki bezelye tanesinin huzursuzluğunu yaşatan Unutturulmuş Devrimci Kadın Yazarlar Cemiyeti’nin asil üyeleri Suat Derviş, Fatma Aliye ve Cahit Uçuk. Eril dünyanın çizdiği sınırlar içinde kapana kısılmış kadın yazarlarımız. Oylum Yılmaz sayesinde Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında üreten, aktivist kimlikleriyle bilinen yazın dünyamızın üç meşhur kimliğini tanıyoruz. Meselâ burada benim hiç bilmediğim önemli bir bilgi de yer alıyor. Fatma Aliye’nin Muhadarat isimli romanı ile ilgili çok dikkat çekici bir bilgi aslında ve bu tarz bilgilerin didaktik olma tehlikesi içermesine rağmen, Oylum Yılmaz ironik yaklaşımı ve usta üslûbuyla okuma zevkimizi zedelemeden bize aktarıyor.
Gerçek Hayat’ı okurken aklıma Virginia Woolf’un kendine ait odasının olmamasından dolayı serzenişi geldi. Nitekim Yılmaz da “Odam vardı benim, kendime aitti, yazı masam, kitaplarım, yazdıklarım, düşündüklerim …” (syf.23) diyerek metinlerarası gönderme de yapıyor. Mesele sadece Suat Derviş, Fatma Aliye, Cahit Uçuk’un yazın dünyasındaki esareti değil. Kadın yazarların tüm dünyada, erkek yazarlardan daha dar alanlarda var olma çabası. Kendini ispat etme, düşünsel ve kurgusal olarak özgür bırakılma arzusu. Erkek egemen dünyada, erkek mahlasıyla eserlerini kabul ettiren kadın yazarları hatırlayın; Bronte Kardeşler, Harper Lee (aslında Nelle Harper Lee), George Eliot (Mary Ann Evans), A.M. Bernard (Louisa May Alcott) hatta yakın geçmişte adının sadece baş harflerini kullanarak isim yapan J.K. Rowling, bizde ise Vincent Eving mahlasıyla romanlarını çeviriymiş gibi yayımlatan Nihal Zeynep Yeğinobalı.
Çukurcuma’nın karanlık, sisli, rutubetli sokaklarından, upuzun servilerin yeşiliyle çevrelenen Heybeliada mezarlığına uzanıyoruz Leylâ ile birlikte. Kendisi gibi delimsirek bir gülüşe sahip olan babaannesinin ölüm ilanlarını biriktirmesi gibi, Leylâ da ölülerden medet umduğu hayallere dönüyor. Devrimci kadınlar Ali’sini öldürmesini salık veriyor. Leylâ’nın, Ayten ve Ahsen’in Ali’sini kimliksizleştiriyor aslında Oylum Yılmaz. Bir anlamda devrimci kadınların önünü kesen eril zihniyeti pasifleştiriyor. Hatta öyle bir boyuta taşıyor ki, kurgunun matematiğinde gizli denklemlere okudukça ısınıyor ve alkış tutuyoruz. Meselâ Ahsen’in doğum ânında bedeniyle hormonlarının tamamen zıt kutuplarda dolandığını ve karakterin bir transseksüel olduğunu hayretle okuyoruz. Ahsen’in annesinin adı ise çift cinsiyetli Muzaffer Söğütoğlu.
“Hayallerimiz içimizde, hayatımızın kendisindedir, hayat gerçektir. Hemşirelerim, biz bu gerçeğin içinde varlığımızı göstereceğiz. Kendimiz gibi, kendiliğinden hissi ve düzen bozucu davamızın izini süreceğiz,” (syf.113) diyen Suat Derviş’e Emine Semiye, Belkıs Şevket, İsmet Hakkı Hanım’ın sesi de ekleniyor.
Novella’nın her bölümünün başında Melih Cevdet Anday’ın Teknenin Ölümü adlı kitabındaki şiirlerinden epigraflar yer alıyor. Geçtiğimiz ay KulturaLitera kitap kulübü etkinliğinde Oylum Yılmaz ile yaptığımız sohbet esnasında Melih Cevdet Anday’ın hem en sevdiği şairlerden biri olduğunu hem de epigrafları, itina ile oluşturduğu kurguyla aynı ritme sahip olduğundan seçtiğini belirtti.
“… Aşkı arayanların, bulunca da heba edenlerin çağındasınız biliyorum, pek yazık. Ama hayat aşkla da, bilgiyle de değişmez. Hayat ancak erkekler kadın, kadınlar erkek gibi olduğunda değişir. Başka türlü değil, başka türlü hiç değil!” (syf. 85) diyen Suat Derviş’in hakikatli sözlerine kulak verelim.
edebiyathaber.net (6 Mayıs 2022)