Defne Suman’ın Büyükada’da geçen ve aile, sırlar, ilişkiler etrafında dönen bir aşk hikayesini anlattığı Kahvaltı Sofrası geçtiğimiz günlerde Doğan Kitap’tan yayımlandı. Defne Suman’la son kitabı, aile, ilişkiler, yalnızlık ve çocukluk üzerine konuştuk.
Çeşitli aile sırlarının etrafında dönen bir romanla karşımıza çıktınız. Sır kavramı zaten başlı başına ilgi çekici. Mevzu bahis aile sırrı olunca iş daha da çetrefilli hale geliyor. Sizin için meseleyi ilginç kılan nedir?
Benim için meseleyi ilginç kılan özellikle bu topraklarda yaşayan ailelerin sırlarının bir çoğunun ülke sırları ile örülmüş olması. Sır değilse bile hepimizin aile tarihçesinde boşluklar, bilinmezler var. O boşlukların tarihine baktığımızda savaşlarla, kıyımlarla, mecburi göçler, sınır dışı edilmelerle aynı zamanlara geldiğini görüyoruz. Bu beni hem romancı hem de sosyolog olarak ilgilendiriyor. Birey olarak tecrübe ettiğimiz acıların aslında uzun bir zincirin ucundan bize dokunduğunu da görmeme yarıyor.
Sizin sonradan öğrendiğiniz aile sırlarınız oldu mu peki? Bir sırrı taşımak kadar sonradan öğrenmek de ağır bir yük. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Evet elbette. Babamın babasının gençliğinde karısını (babaannemi) ve kızlarını (halalarımı) dövdüğünü öğrendim. Bunu bana anlatan halalarım doksan yaşına gelmelerine rağmen hâlâ konuşurken seslerini alçaltıyor, kimseye söyleme diye tembih ediyorlardı. Aslında sırların çözülmesi özgürlük getirir. Bir de anlayış ve yakınlaşma. Ben babamın böyle bir dehşet ve şiddet ortamında büyüdüğünü öğrendiğimde ona bakışım, hislerim değişti. Neden ablalarını ve annesini, sonra beni ve eşini korumak ve kollamak için kendini öldüresiye sıktığını daha iyi anladım. Babam sonunda intihar etti. İnsan yakının intiharını “bunu bize nasıl yapar” diye karşılıyor. Babamın çocukluğunda beri sırtında taşıdığı yükün altında ezildiğini anlamak benim yüreğimi yumuşattı. Sevgiyi yeniden hissettim. Sırlar iki insanı birbirinden kopartıyor. İtiraf ne kadar zor da olsa, nihayetinde insanı kendi içiyle ve diğerleriyle yakınlaştırıyor.
Kitabın en ilgi çekici yanı dört farklı anlatıcının ağzından ilerlemesi oldu. Bu tercihi neye borçluyuz? Zorlandığınız oldu mu?
Başta böyle tasarlamamıştım. Sadece gazeteci Burak Gökçe anlatacaktı hikayeyi. Ben yazarken tıkandığım yerlerde farklı alıştırmalar yaparım. Mesela evlerin mimari planını çizerim. Ya da bir karaktere günlük yazdırırım. En sevdiği yemeği sorarım. Çocukluk hayalini… Bunları sonradan metne yedirme gayesiyle yapmam, dikkatimi başka bir yere verdiğimde tıkanıklık çözülür. O yüzden. Burak’ın Büyükada’ya gelmesinden kısa bir süre sonra tıkandım. Açılmak için aynı olayları bir de Selin’in ağzından yazayım dedim. Genç bir anlatıcının yazarı ferahlatan bir tarafı var. İstediğini yazabiliyorsun. Üslup derdin, şiirsellik derdin yok. İlk romanım Saklambaç’ı neden yirmi bir yaşındaki Eda’nın ağzından anlattığımı anladım o sırada. Selin’den sonra Sadık’ı deneyeyim dedim. Oya Baydar’ın Erguvan Kapısı ile Orhan Pamuk’un Sessiz Evi geldi aklıma. İkisi de dört anlatıcılı romanlardır. Onları bir daha okudum. Dört kişinin anlatısını da romana katmaya karar verdikten sonra, hayır zorlanmadım. Tıkanıklık açıldı. Yazarken daima excel’de tablolar yaparım. Kim saat kaçta nerede, ne yapıyordu diye. O sayede dört karakteri de düzenli olarak takip ettim. Kurguda boşluk kalmadı.
Yazarlık serüveninizde dört kitabı geride bıraktınız. Yazı ile ilişkinizin çok daha öncesine dayandığına eminiz ancak yazı ile ilişkinizi sizden dinlemek isteriz.
Yazmayı öğrendiğim günden beri yazıyorum. Yani ilkokul birinci sınıftan beri. Tek çocuktum. Apartmanda büyüdüm. Annem üniversitede öğretim görevlisi. Babam çok çalışıyor, devamlı seyahatte. Ben eve gelir, kapıyı anahtarla açarım. Biraz orayı burayı karıştırdıktan sonra ne yapayım, kendi kendimle arkadaşlık etmek için yazmaya otururum. Bir çocuk bu kadar çok zamanı tek başına geçirince iç sesi o kadar yükseliyor ki, kafasına sığmaz oluyor. O yüzden yazıyordum. Sonraları yaşadıklarımı anlamlandırmak, ne hissettiğimi bulmak ve bazen de düşüncelerimin derinine inebilmek için yazdım. Sayısını bilmediğim kadar günlüğüm vardır. 1981’den bugüne kadar tutulmuş. Yazı benim içimdeki dostla buluşmamın, yalnızlığımı yenmenin tek yolu.
Adalı bir yazar olduğunuzu biliyoruz. Hem bu kitap özelinde hem de tüm hayatınızı düşündüğümüzde Büyükada’nın sizin için önemi nedir?
Beni Büyükada’ya ilk götürdüklerine üç aylıkmışım. O günden beri de Büyükada’dan hiç kopmadım. Dedemin büyüdüğü evde annemle teyzem doğmuş. Sonra da teyzemin kızı ile ben orada büyüdük. Üç kuşak beraber geçirdiğimiz yazlar hayatımın en güzel yıllarıydı. O ev, bahçe ve ailem babamın pek ortalarda olmayışını dahi umursamayacak kadar derin ve sağlam bir aidiyet duygusu uyandırırdı bende. İnsanın bir yandan kendini gerçekleştirme, Tanpınar’ın deyimiyle “şahsi çeşni”sini bulma çabası, diğer yandan da bir bütüne aidiyet ihtiyacı vardır ya, ben Büyükada’daki çocukluğum sırasında bu iki ihtiyacın da tatmin olduğunu hissederdim. Hem özgürüm, tek başıma geziyorum, bahçeler, sokaklar, bisikletimle çıktığım çamlar benim, hem de akşam eve dönüyorum nenem köfte pilav pişirmiş, annemle teyzem televizyonda iyi bir film bulmuşlar, yanlarına sokuluyorum. Ne demiş Edip Cansever:“Gökyüzü gibi bir şey çocukluk, hiç bir yere gitmiyor”. O yıllar da benimle beraber heryere geliyor, her romana sızıyor.
Kahvaltı Sofrası romanınızın diğerlerinden ayrı olarak sizin için yeri nedir?
Dördüncüsünü yazıp bitirdiğimde anladım ki bir yazar için romanlar çocukları gibi oluyor. Hani derler ya hepsini ayrı seviyorum, birini diğerinden ayıramam. Ben de romanlarım için bunu söyleyeceğim. Kahvaltı Sofrası’nın yazarken çok içime baktım. Her bir karakterin sesini bulmak için iç dünyamdaki sesler orkestrasını dikkatle dinlemem gerekti. Bir de benim için özel olan şöyle bir tarafı var Kahvaltı Sofrası’nın: Nur ile Burak’ın gençliklerine dair yazdığım bölümlerde kendi gençliğime, 1990’lı yıllara ve günlerimi geçirdiğim yelere, Taksim’e, Kelebekler Vadisine, Hisar’a, Boğaziçi Üniversitesi’ne değinme fırsatım oldu. O zamanların tadı kaldı ağzımda.
Son olarak sormak için çok erken biliyoruz ama yeni kitap projeniz ya da en azından bu konuda bir fikir var mıdır?
Bir şeyler uyanıyor. Öykü yazmak istiyorum. Öykü benim için romanın bir üst seviyesinde yer alıyor. Zorlanıyorum. Şiir elbette en üstte. Bir kaç öykü deneyeceğim. Sahneler ve karakterler aklımın sisli bir köşesinde kıpırdanıyorlar. Kahvaltı Sofrası’nın heyecanı geçince, kapıları kapatıp o sisin içinde yürümeye başlayacağım, beraber keşfedeceğiz.
edebiyathaber.net (29 Ekim 2018)