Bazı kitapları okurken rahatsız hisseder, ama bir yandan da bu hissin sizi daha hızlı okumaya ittiğini bilirsiniz. İletişim Yayınları, geçtiğimiz ay bizleri böylesi bir romanla tanıştırdı; okurken içindeki karanlığı hissettiğimiz, fısıltılarını duyduğumuz, bittiğinde ise içimizde sızı bırakan bir kadın hikâyesi ile… Soğuk ve Temiz, hem gerçekliğin hem de hayalin karanlık ve acı ile harmanlandığı Defne’nin öyküsünü, o karanlığa yakışır bir dil ile okuruna anlatan, onu rahatsız eden ve böylelikle okumaya kışkırtan bir roman.
“Bıraksalar uykuda yaşayabilirdi,” diye başlıyor Defne’nin hikâyesi. İlerledikçe anlıyoruz bu kısacık cümlenin annesinin gölgesinde yaşayan bir kız çocuğunun hayatını ne kadar iyi özetlediğini ve git gide hissediyoruz yaşadığından kaçmak için uykuya sığınan Defne’yi. Ev ile okul arasında geçip giden günlerin birinde İlyas ile kesişiyor Defne’nin yolu, kısa zaman sonra da kendini İlyas ile evlenmiş buluyor. “Cenaze evleri böyle kokar. Birazdan Defne’yi istemeye gelecekler,” derken yazar, sadece Defne’nin değil, kim bilir kaç kadının ince sızısını hissettiriyor okurlarına. Yılanlarla sarılı bir evlilik öyküsü daha başından karamsar bir ruha sahipken, gittikçe daha da karanlık bir hale bürünüyor. Kendine çocukluğunun geçtiği evinde yer bulamayan Defne, evlendiğinde de kendini bir eve ait hissedemiyor. Hissiz ve sevgisiz bir eş ile geçiyor günleri, “delirecek miyim, diye aynada kendini yoklayıp dururken”, bir yandan da oğlu Deniz’i büyütüyor.
Defne, aniden özgürlüğe kavuşarak, her şeyi bırakıp sadece kendine ve oğluna ait yeni bir hayata sahip olmak için yola düşüyor. Çok geçmeden Defne de biz de anlıyoruz ki, büyük bir şehirde, bir çocukla tek başına yaşamak da zor bir seçenek bir kadın için; şehrin otogarına ayak basar basmaz sözlü tacize uğraması, daha sonra yaşayacaklarının kötü bir habercisi adeta. Lakin bu zorlukları da aşacak bir güce ve hayale sahip Defne; başkaldırmak, bırakıp gelmek ve kendine ait bir hayat düşlemek gücüne sahip olduğu gibi… Yeni hayatının ilk günlerinde “hayalbaz” diye sesleniyor Deniz annesine, bütün her şeyi özetlercesine. Defne evsizlik, işsizlik, ve yoksullukla uğraşırken bir yandan da Deniz’in kendi maceralarına eşlik ediyor ya da onları uzaktan izliyor, elinden başka bir şey gelmeksizin.
Melike Uzun, Defne’nin acı ile harmanlanmış yaşamını karanlık, büyülü bir dille anlatıyor; göz ardı edilmiş kadın hikâyelerine kendine has bir iz bırakıyor. Evet, Defne’nin tarihi acı dolu, ama kesinlikle acınası değil, çünkü Uzun, aynı zamanda Defne ile güçlü bir kadın portresi çiziyor; kendisine dayatılanları kabullenmeyen, alışmayan ve başkaldıran bir kadın. Aslında –ne yazık ki- aşina olduğumuz bir yaşam öyküsünü, kendine has üslubuyla ele alması da romanı esas okunası kılan nokta bana kalırsa. Anlatısını kısa bölümlere ayırarak, söylemek istediğini daha çarpıcı bir hale büründüren yazar, yalın ama imge dolu bir dil dünyası kuruyor. Defne’nin hikâyesini yılanlara, kırık aynalara, kokulara, narlara buluyor. İşte bu yüzden roman boyunca sadece Defne’nin değil, bizim de kulağımızdan uğultular eksik olmuyor; rahatsızlık veren, tedirgin eden, içten gelen sesler…
Büşra Bakan – edebiyathaber.net (20 Temmuz 2017)