Geçmişte biriktirdiğiniz söz ikliminin hükmü yok şimdi…Kesintiye uğrata uğrata yol alıyoruz. Bir kurtuluş, bir gaza edası…Konuştuğumuz dil işaretler diline dönüştü; duyguyu ve düşünceyi yitirdik. Eylem halindeyiz her birimiz.
Her değişim bir yenilenmedir. Ama bir gelenek oluşturur mu? Sanırım bunu daha çok zamana bırakmak gerekir.
Değişim iyidir, ama dönüşümle karıştırmamak gerekir. Çünkü, bu, koşulların gücüyle değil; kendi özünden gelen bir kaçınılmazlıkla varlığını hissettirir. Oysa dönüşüm bir başkalaşma halidir. Tıpkı Kafka’nın tanımladığı böcekleşme durumu gibi. Sonundaki her şey ucubeyi çağrıştırır size…
Değişimi var eden itki önemlidir elbette. Neden/niçinlerle yola çıkıldığına göre, yerine gelen/getirilen “yeni” bir ad olmanın ötesinde felsefesi; yani özcesi bir içeriği olan ve kendinden söz ettiren kimlikle yeniden varoluştur aslında. İşte bu varoşunun tözüdür asıl geleneğe giden yolun taşlarını döşeyen.
Yakın zamanımızda bu kavramla sıklıkla karşılaşır olduk. Sürekli yinelenen de : Değişiyoruz yakıştırması. Ki, çoğunluk bunu bir kabuk değiştirme olarak da algılıyor sanki! Yani “eski” yi bırakıp yeniye bürünme…
Ah şu bürünme, görünme halleri yok mu…İşte bunun asıl başkalaşma olduğuna, dönüşmenin başka bir boyutunu sergilediğine pek kimsenin de aldırdığı yok. Öyle ya, tutunmuşuz bir değişim/dönüşüme gidiyoruz.
Değişim, aslında özünü yitirmemedir; yenilikleri alırken var ettiklerine sahip çıkarak yol almaktır. Bizim kalıt, yani miras dediğimiz ve zamanla geleneğe dönüşecek olan da işte böyle bir şeydir.
Ağrısı Olan Toplum
Bırakılmışlık hali her yerde. Bir türlü büyüyememişliğimiz de bundan sanki! Ve bu durum giderek hayatın her alanında iğretilik yaratıyor bizde. Başladığımız hiçbir şeyi sona erdiremiyor, bir yere/bir şeye tutunmak adına çok kolay vazgeçebiliyoruz. Ama her şeyden…Söz arası, şunu yineleyip duruyordu dostum: Doğduğu yeri terk eden her şeyi kolay terk eder! Bırakmak yani, bırakılmışlığın başka bir boyutu…
Dönüp bakın yaşadığınız yere/soluk aldığınız kente, üç dört kuşaktır orada yaşayıp her şeyiyle kök salan bir aile öyküsüne tanık olmanız zordur. İşi, gücü, toprağı mülkiyeti olan bir yere kök salar; kendini orada var edip aile geleneğini oluşturmaya çaba gösterir. Oysa, biz, giderek daha çok çözülüyoruz. Bir eriyik haline gelen toplum olmayı küresel teorilerle de açıklamak yetmiyor. Göçbeliğimize sığınmak da öyle. Toprak…Evet, evet şu üzerinde yaşadığımız toprakla bir sorunumuz var. Tüm ağrılarımız oradan ağıp geliyor. Örneğin; bir bahçe kurmayı bilmiyoruz, sokağın anlamını/dilini öğrenmek gibi bir derdimiz olmadığından yok olmasına da kolayca göz yumuyoruz. Toprak savaşımız olmamıştır, ne de din savaşımız…Baş eğmek güdülmenin felsefesini kurmaktır biraz da!
Evet, bütün ağrılarımız da buralardan sızıp geliyor. Bönlük çarşılarında ruhumuzu köle gibi gezindirip duruyoruz. İsyan ruhuna uzağız, eleştirerek varmak; iyicil dünyanın dilini kurmak çok uzak bize. Kara çalmak için yetimhanenin duvarlarına taş taşıyoruz ha bire. Unutmayın, yetimhane öfke büyütür. Siz de bununla büyüyerek toplumu öfkehaneye çevirirsiniz…
Geçimsiz Dil
Koçi Bey Risalesi’ni okuyorum nicedir. Düzeni bozulan, çürüyen bir toplumun gidişatına dair öğütler veren bir gözün anlatımına sinen her söz bugünün arka planını gösteriyor sanki:
“Saâdetlû ve şevketlû yeryüzü pâdişahı hazretlerinin temkinli kalplerine gizli olmaya ki, eğer âlemin düzeltilmesi hususunda bir tedârik görülmezse ve bu nazlı memlekete bir düzen verilmezse ümmet-i muhammed (nefsi) deyüp, reâyâ ve berâyâ tamamen berbad olur…”
Osmanlı’yı çöküşe götüren her şey hâlâ bugünkü sancımız, ağrımız aslında.
Köksüzleşme sürüyor, ne dersek diyelim. Turan’a da, yabana da gitmeye gerek yok. Yaşadığımız yerin dilini/düşünü kurup anlamını yaratmalıyız. Her şeyi dış’ta aramak yerine iç’tekinin var oluş/yozlaşma/çürüme öyküsüne bakmalıyız.
Ece Ayhan’ın itirazı da bunaydı sanki! Cemal Süreya’nın göçebe dilin arkaik yüzünü göstermesi de bundandı.
Şiirin iktidar olamadığı bir ülkede yaban dil hep yozlaşmayı/çürümeyi çağrıştırır bana. Ve insanların bön bön birbirine bakması da bundan değil midir sizce?!
Zaman Ağrıları
Kaçışın diliyle konuşamam şimdi.
Uğuntusu geçen gün bana göre değil. Çarşılarda gülbahri, zencefil kokuyor buğulu çaylar. Adını merak koyduğumuz bahçe Ayrılıkçeşmesi’nde bir duvar şimdi. Bilen bilir suyu kesildiğinden değil, kurnası çalındığından gitmiyor sebillere su.
Avcı gerek bize, evet; baksanıza zaman ağrıları dökülmüş yola. Avcı Mehmed’in şenliğine taş çıkartıyor zaman. Ece Ayhan ürküten bir dil mi yoksa?! Hadi, diyelim ki; hacıyatmaz adında biri zamanın haramisi kesilmiş başımıza. Tanrı’yı resmetmekte olan çocuk azarlanıca; “ Günahtır, şimdiye kadar ne kimse gördü, ne de resmetti,” denilerek…O da, şu yanıtı verir hemen: “Merak etmeyin, sabredip bekleyin, resmim bitsin dört dakika sonra herkes tanıyacak onu!”
Akıl Çağı’nın çağrısı nerede, bilen var mı? Sanırsınız ki, Latince konuşuyor herkes! Dil içinde bir dil, bağışçısı gibi davranıyor kıpırdayan dudaklar.
Hadi, öp beni. Neden doğuramadığına şaşacak ne var! Her sabah gözlerimize mil çekiliyor, haberin yok mu sahi?! Bir hüthüt kuşu gibi sabahsız susuz bir geceye uçmak niyedir?
Ağrılarımızdan kurtulmak zor, çünkü iğretilik her yanımızda. Dönün bakın bir yas evine, bir şenlik zamanına…Hangisi sizi en iyi tanımlar? Alıp sürdürdüğünüz ne var hayatınızda, gelişip taçlandırdığınız? Geçmişte biriktirdiğiniz söz ikliminin hükmü yok şimdi…Kesintiye uğrata uğrata yol alıyoruz. Bir kurtuluş, bir gaza edası…Konuştuğumuz dil işaretler diline dönüştü; duyguyu ve düşünceyi yitirdik. Eylem halindeyiz her birimiz.
Eşiklerde biriken ayakkabılara bakın, giydiğimiz giysilerin solgun rengine; bir de alanlara nida bırakan seslere…
“Kararlı duruş,” deyip gölgesiyle sindirmeye çalışmak da nafile. Çünkü cin şişeden çıktı, yeni söylemler gerek hayatın akışını anlamaya, zamanın ruhunu yakalamaya.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (21 Ocak 2014)